19 Aralık 2012 Çarşamba

Eylül Romanının Tahlili



Romanın Geniş Özeti

Süreyya, beş yıldır evli olduğu karısı Suad’la birlikte babasının köşkünde yaşamaktadır. Aynı evde babası, annesi, kız kardeşi Hacer, eniştesi Fatin, dadı ve hizmetçiler de vardır. Rahatına ve zevkine düşkün bir adam olan Süreyya, bir dairede memurdur. Yaz aylarını babasının Bakırköy’deki şehre uzak bağ evinde geçirmek zorunda kaldığı için sıkıntılıdır. Sürekli olarak yaz mevsimini Boğaziçi’nde bir yalıda geçirmenin hayalini kurar. Fakat aldığı maaş bu hayali gerçekleştirmek için yeterli değildir.
Süreyya’nın halasının oğlu Necib de ara sıra köşke misafir olarak gelir. Necib, çalışmadan yaşayan, vaktinin çoğunu eğlence yerlerinde geçiren, yaşıotuzu geçtiği halde evlilikten kaçan bir gençtir.
Suad, kocasına bir sevgiliden çok anne şefkatiyle bağlıdır. Evliliklerinde eski heyecanlarının kalmadığını üzülerek hisseder. Kocasını mutlu etmek için bir şeyler yapmak ister. Boğaziçi’nde bir yalı kiralayabilmeleri için elli-altmış lira gerekmektedir. Suad kocasından gizli babasına bir mektup yazar, babasından para ister. Suad, kocasına yapacağı sürpriz için Necib’e bir süre daha köşkte kalması için rica eder. Bu arada Hacer, ağabeyinin yalı kiralayabileceğine ihtimal vermediği için sürekli olarak gevezelik eder. Evli olmasına rağmen Necib’e sırnaşır. Suad, babasının gönderdiği otuz lirayı kocasına verir. Süreyya nihayet hayalindeki yalıyı kiralayabileceği için çıldıracak derecede sevinir. Süreyya ile Necib ev bakmak için beraber Boğaziçi’ne giderler. Süreyya’nın “mücevher kutusu, fildişi yuva” dediği güzel bir yalıyıkiralık tutarlar. Yalı kiralandığı haberi evde duyulunca Hacer, kıskançlığından patlayacak hale gelir. O gece kocası Fatin’le kavga eder. Suad, Necib’i yeni evlerine davet eder.
On gün sonra Süreyya, Beyoğlu’nda alışveriş yaparken Necib’e rastlar. Mayıs ayında Boğaziçi ve Büyükada’nın çok güzel olduğunu söyleyerek Necib’i davet eder. Necib, Boğaz’daki yalıya gider. Süreyya, misafirine büyük bir heyecanla yalılarının güzelliklerini anlatır. Suad kendi elleriyle Necib’e yemekler hazırlar. Onun gelmesine çok sevinirler. Necib, bu mutlu çifte imrenerek bakar. Kendisini yalnız hisseder, yaşantısını bir cehenneme benzetir.
Necib ara sıra yalıya misafir olarak gelir. Süreyya ile Suad, Necib’in gelmesine çok sevinirler, gitmesini geciktirmek için tuhaf tuhaf bahaneler uydururlar. Suad uzunca bir aradan sonra yeniden piyano çalmaya başlar. Kocası Süreyya’nın müziğe karşı en ufak bir ilgisi yoktur. Necib ise, Süreyya’nın aksine derin bir müzik birikimine sahiptir. Suad piyano çalarken, Necib hemen yanı başında onu zevk ve heyecanla dinler. Ünlü bestecilerin yaşamlarına dair bilgiler verir. Suad’ın nota kitaplarının eski ve yıpranmış olduğunu görünce içinden yenilerini alıp hediye etmeyi geçirir.
Denize aşırı derecede tutkun olan Süreyya, bir sandal satın alır. Sandalıyla gezintilere çıkarlar. Süreyya her gün kendisine yeni uğraşlar bulur. Yelkenlisiyle sık sık denize açılır. Suad baş dönmesi ve mide bulantısınedeniyle kocasına eşlik edemez. Suad kocasını mutlu edebilmek için çırpınır durur, fakat onun yaşamını dolduramadığını, ona yetmediğini görür, tedirgin olur. Süreyya’nın karısına karşı tavırları günden güne değişmeye başlar.
“Ah, niçin ona yetmiyordu? Niçin ona her şeyi unutturamıyordu? Erkek kalbinin, kadın kalbinden daha çok isteyici olması, bir haksızlık değil miydi?
Buna karşı sessizlik ve dayanmadan başka yapılacak bir şey olmadığınıdüşünmek, sessizlik ve dayanmanın bu kadar güç olduğunu bilmek onu eziyordu. Önceleri ricaya gerek göstermeyen Süreyya, şimdi gittikçe artan şakalarla her isteğine karşı gelebiliyor, Suad’ın istemediğişeyleri bile yapıyordu.” (s.108)
Necib, içindeki sıkıntıyı atmak için Beyoğlu’na ve Ada’ya gider, yeni arkadaşlar edinir. Fakat bir türlü aradığı huzuru bulamaz. Aklına Boğaz’da Süreyya ile Suad’ın yalısında geçirdiği günler gelir. İçinde garip bir ferahlık duyar. Suad’ aldığı yeni notalarla doğru yalıya gider.
Süreyya’nın yelken hevesi, kendisine her şeyi ihmal ettirecek dereceye gelir. Bazıgünler Necib de Süreyya ile denize açılır. Necib, evde kaldığında vakti, Suad’la birlikte piyano başında geçer. Necib’in Suad’a karşıduyduğu hayranlık günden güne artar. Evleneceği kadının tıpkı Suad gibi olmasını ister. Necib para düşkünü ve evli pek çok kadınla ilişki yaşadığı için kadınlara olan güveni yok olmuştur. Kadınlara karşı bu derece karamsar, ön yargılı, güvensiz olmasında geçmişte yaşadığıilişkilerin etkisi vardır.
Bir gün Necib, yalının civarında gezen bir gençten şüphelenir. Bu genci daha önce de birkaç kez gördüğünü hatırlar. Bu genç ile Suad arasında bir ilişki olması ihtimali, bir anda Necib’in beyninde şimşek gibi çakar. İçinde yücelttiği, bir meleğe benzettiği saf ve namuslu Suad, kocasını aldatan kadın konumuna düşer.
“Ah, hepsi de boş, hepsi mi haindi? Demek hepsi, istisnasız hain olabilirdi? Her şey boş, hep felsefeler, inançlar, meslekler, hepsi…Ama bu kadınlardan bir tane olmayacak mıydı ki, yüce bir ihtiyaca bağlanmış, hayalî yüksekliklerin özlemini çekerek bu kirliliklerden nefret duyup, temiz yaşasın? Hiç, hiçbir tane? Halbuki, o bu imkansızlığı mümkün sanmıştı.” (s.126)
Bir akşam yine aynı delikanlı, sandalıyla yalının önünden geçer. Necib, Suad’ın bu gence bakıp gülümsediğini görünce kalbinde şiddetli bir sızıduyar. Tekrar geleceğini söyleyerek yalıdan kaçar. Necib yalıdan ayrılır, fakat içindeki fırtına bir türlü dinmez. Üç gün perişan bir halde dolaşır. Süreyya ile Suad’ın altıncı evlilik yıldönümü vesilesiyle bir davet mektubu alır. Yalıya gidince Suad’a karşı şüphelerinin yersiz olduğunu öğrenir. O genç, oğlu dışarıda olan bir kayınbabanın gelininin sevgilisidir. Necib bu habere çok sevinir. Suad’ı haksız yere suçladığı için pişmanlık duyar. Necib’in kalbinde Suad’a karşı bir şeyler kıpırdanmaya başlar.
“Bu dayanma gücünün üstünde bir sevinç oldu, o kadar ki yemekten kalkınca hemen odasına koştu, deli gibi söylenmeye başladı. Kalbini tutarak,‘Değilmiş… Değilmiş… Şükür yârabbi!’ diyordu. Kendi kendisine, ‘Ah canavar, ah haydut!” diyor, ‘Suad, Suad, ah, beni affet… Fakat, hayır, etme; bilsen etmezsin, bilsen benden nefret edersin… Ben dünyanın en temiz meleğinden kuşkulandım…’ diyordu.
Birdenbire karşıdaki aynada kendisini gördü. Değişmiş yüzünde gözleri o kadar garip bir bakışla bakıyordu ki, durdu. Bu gözler, sanki aynadan kendisine, ‘Niçin?’ diye bakıyor gibi geldi. Evet, bütün bu ateşlerin, kıskançlıkların sebebi neydi? Hem de belirginleşmemiş, olumlanmamışkıskançlık ateşleri? Sonra, onun adını söylerken, yalnızca ‘Suad’ diye söylerken duyduğu bu büyük zevk, bütün bu heyecanlar niçindi?” (s.130-131)
Necib yalıda daha uzun süreli kalmaya başlar. Necib ile Suad çoğu zaman piyano çalarak vakit geçirirler. Piyano başında geçen saatler Necib ile Suad’ı birbirine yakınlaştırır. Necib elinde olmadan sürekli olarak Suad’ı düşünür. Uzunca bir süre kalbinde duyduğu bu heyecanın adınıkoyamaz. Fakat zamanla bu duyguları öylesine yoğunlaşır ki, artık taşıyamaz. Suad’ı sevdiğini, ona deliler gibi âşık olduğunu sonunda kendisine itiraf eder.
“Ah, Süreyya’yı ne kadar şanslı buluyordu; buna karşılık kendisine kim bilir nasıl bir kadın rastgelecekti. Ama evlenecek miydi? Bu artık iyice kararlaşmış mıydı? Onun gibi birini bulmak olanaksız olunca, niçin evlenmeliydi? Ve onun gibi olsa diye düşünürken bir an oldu ki ‘Ya o rastgelseydi…’ diye düşündü; bu, o kadar şiddetli ve elem verici bir heyecan oldu ki ‘Ah, o benim olsa ölürdüm!’ diye inledi.” (s.133)
Bu arada Suad, kocasının ilgisizliği, anlayışsızlığı ve sudan şeylerle meşgul olması nedeniyle her geçen gün kendisini biraz daha yalnız hisseder. Evlilik yaşamlarında eski tat ve heyecanın kalmadığını görür, sıkılmaya başlar. Bundan sonraki yaşamının hep böyle sıkıcı, yaşlılar gibi geçeceğini, çürüyeceğini düşünerek karamsar ve üzgün bir ruh hali içerisine girer.
Necib bir akşam , Tarabya’ya kadar gidip dönmek için evden çıkmak üzereyken, piyanonun üzerinde Suad’ın şemsiyesi ile eldivenlerini görür. Bir an eldivenleri öpüp koklama isteğine engel olamaz. Heyecanla eldivenlerden birini cebine koyar.
“Necib yalnız olarak aşağıya inerken, piyanonun üstünde Suad’ın şemsiyesiyle eldivenlerini gördü; bir anda bu eldivenlerde onu koklamak emeline engel olamadı ve titreyerek eğildi, bunları ağzına götürdü; oh her zaman havada olan bu güzel koku işte şimdi elindeydi ve eldivenlerin kumaşı o kadar onun eli gibi yumuşak ve inceydi ki, gerçekten onun ellerini kokluyormuş gibi geldi. Bir an oldu ki, bunları alıp saklamanın ne büyük bir mutluluk olduğunu acı bir özlemle düşündü ve bir cinayet işliyor gibi titreyerek, sapsarı, bunların birini cebine koydu.” (…) “Ve bu eldiven sorunu unutulduğu zaman onun biricik malı, en değerli malı oldu; o hayat dolu bir el, sanki Suad’ın eli gibi geliyordu ve onun eline sahip olmak, Necib’i mutluluğundan çıldırtıyordu.” (s.149-150)
Suad dalgınlaşır, müziği ihmal eder. Kocasının gezme tekliflerini de çoğu kez bir bahaneyle geçiştirir. Süreyya yelkenli yarışlarına merak salar. Karısını iyiden iyiye ihmal eder. Suad kocasından soğumaya başlar. Zevk yönünden uyuşmayan biriyle evlenmiş olduğu için pişmanlık duyar.
Necib yalıdan ayrılır. Kafasındaki düşünceleri toparlayıp rahatlamak ister. Fakat bir türlü içindeki sıkıntıyı atamaz. Sekiz gün mutsuz bir şekilde dolaştıktan sonra yeniden yalıya gider. Sevdiği insanlara, dostlarına ihanet etme düşüncesi Necib’in içini kemirmektedir. Derin bir vicdan azabı çeker.
Suad yalnızlığını unutmak için kendisini müziğe verir. Bağ evinden gelen dadı, Necib’in yalıda çok sık kalmasından Hacer’in kötü anlamlar çıkardığını anlatır. Suad, bu söylenti yüzünden Necib’e daha mesafeli davranması gerekeceğini düşünür. Bir gün Süreyya Necib’in tifoya yakalandığını, bağ evinde ölümle pençeleştiğini söyler. Suad bağ evine, Necib’in yanına koşmak ister. Süreyya, Necib’in hastalığına duyarsız kalır. İki hafta sonra Necib’in hastalığının hâlâ geçmediğini öğrenirler, bağ evine giderler. Hanımefendi, yastığın altındaki eldivenin hasta yatan Necib’e güç verdiğini söyler. Hacer eldiveni gösterir. Suad bir süre önce kaybolan eldiveninin Necib tarafından alındığını görünce her şeyi anlar. Mutluluk, korku, heyecan duygularıbirbirine karışır.
Necib eldivenin tanınmasından kuşkulanmadığı için heyecan duymaz. Yeniden sevdiği insanın yakınında olduğu için mutludur. Duygularını, aşkınıSuad’a söyleyeceği günün hayalini kurar.
Sonbahar gelir. Süreyya kışı da yalıda geçirmek niyetindedir. Necib sevdiği kadından ayrılacağı için üzülür. Necib ile Suad dilleriyle açıkça söyleyemedikleri duygularını, müzik aracılığıyla, gözleriyle birbirlerine anlatırlar. Necib birlikte çıkılan bir sandal gezisinde Suad’a hayran hayran bakar. Suad’ın gözlerine, saçlarına, dudaklarına, ellerine aşkla, tutkuyla bakar. Yalıya dönünce dışarıdaki bulutlu ve yağmurlu havanın verdiği hüzünle, buradan ayrılınca yapayalnız kalacağını düşünür. Bu sırada Suad yanına gelir, sıkıntısının sebebini öğrenmek ister. Necib içindeki duyguları daha fazla saklayamaz, tutamaz, Suad’a aşkını ilan eder.
“Hiç, hiçbir şey…” (…) “Ölüyorum, işte o!... Ah, nasıl da ölüyorum, nasıl acılıyım bilseniz!” (…) “Ah, beni hor görmeyiniz… Sizi öyle değil, bilmeyerek sevdim; nasıl olduğunu bilmeyerek, bir kardeş gibi, bir anne gibi sevdim…” (s.188-1889)
Suad bir süre suskun kalır. Necib yaptığından utanır, suçluluk duyar. Bundan böyle Süreyya ile Suad’ın gözlerine nasıl bakacağını düşünür. Necib, Suad’ın tedirgin olmaması için yalıdan uzaklaşmak ister. Suad’ın suskun durması Necib’i korkutur, fakat ondan ayrılırken Süreyya’nın gitmemesi için yaptığı ısrarın yanında Suad’ın “Bütün bütün değil ya… Yine gelirler elbet…” (s.191) şeklindeki sözleri Necib’in kuşkularını bir anda yok eder. “Ah, beni seviyor, seviyor!” (s.191) diyerek neşeyle yalıdan ayrılır. Nereye gittiğini bilmeden, heyecanlıbir halde dolaşır. Kendisine ağırlık veren, sıkıntı veren duygularınıdışarı atar. Suad tarafından seviliyor olmanın verdiği mutlulukla dolaşır.
“Ah, dünya ne güzel yârabbim! Dünya ve hayat ne kadar güzel ve iyiydi…Yağmur! Ama yağmurun ne önemi vardı? İnsan mutlu olduktan, sevdikten, sevildikten sonra, her şey boştu. Yalnızca aşk, ah, yalnızca Suad vardı…” (s.192-193)
Necib neşeli bir halde Tarabya’ya, bir otele gelir. Sürekli olarak Suad’ıhayal eder. Mutluluktan uçmaktadır. Fakat bu sevinç birkaç gün sonra yerini şüpheye, hüzne bırakır. Suad’ın Süreyya ile evli olduğu gerçeğini kabullenmek istemez. Suad’ın kendisini kocasını bırakacak derecede sevip sevmeyeceğini düşünür.
Necib bu düşüncelerle boğuşurken otele Süreyya gelir, kendisini gezmeye davet eder. Suad, Necib’i görebilmek, sevgisine karşılık verdiğini gösterebilmek amacıyla Beykoz gezmesini bahane etmiştir. Hep beraber geziye çıkarlar. Suad da iç dünyasında sürekli olarak gelgitler yaşamaktadır. Bir yandan şu an yaşadığı aşkı, heyecanı geçmişte hiç tatmadığını düşünürken öbür yandan evli bir kadın olarak böylesi yasak duyguları yaşadığı için kendisinden nefret eder, tiksinir.
Suad, çınar ağaçlarından düşen sarı, kurumuş, çürümüş yaprakların kapladığıyollara bakınca, kendi hüzünlü iç dünyasıyla bu sonbahar manzarasıarasında benzerlik kurar. Bahar ve yaz mevsimlerinin sıcak, güneşli, neşeli havası gitmiş, yerine kış mevsiminin habercisi olan, hüznü ve ayrılığı çağrıştıran sonbahar gelmiştir. Neşeli günlerin geçmişte kaldığını, bundan böyle mutsuz, heyecansız bir yaşam süreceğini, sonunda da tıpkı bu yapraklar gibi sararıp solacağını, çürüyeceğini düşünür.
Necib sık sık Suad’ın yanına gider. Süreyya, Suad ve Necib gezintiye çıkarlar. Necib iç dünyasında türlü çıkmazlarla mücadele eder, çatışmalar yaşar. Suad şayet kendisine karşılık verecek olursa, namusu kirlenecek, toplumun baskısı altında ezilecek, horlanacaktır. Necib’in gözünde de namusunu kirletmiş bir kadın konumuna düşecektir. Necib iç dünyasında bir süre savaş verdikten sonra, Suad’ın namusuna ve temizliğine saygı duymaya, ilişkilerini hiçbir zaman bedensel boyuta taşımamaya, sadece duygu boyutunda yaşamaya karar verir. Bu şekilde Suad’a zarar vermeyeceğini düşünür. Necib verdiği bu karar sonrasında kalbinde bir rahatlama hisseder. Bu düşüncesini Suad’a söyler. Necib’in ağlamaklı bir ses tonuyla yaptığı “Evet, kardeşim olunuz… Kardeşim, ya da benim annem olunuz.” (s.228) teklifini, Suad, gözlerinden düşen iki damla yaşla kabul eder. Yaşadıkları bu an ikisine de hayatlarının en mutlu, en can alıcıdakikası gibi gelir.
“Ah, onu mutlu etmeyi ne kadar istiyordu! Halbuki mutsuz edip ağlatmaktan, ona acı ve felâket vermekten başka ne yapabilecekti? Hatta şimdi bile ona acı vermiyor muydu? (…)
“Peki, ondan daha ne istiyordu? Onun gibi bir kadın bu kadar şiddet ve güçle ruhunu verdikten sonra, başka ne yapabilirdi? Kendisi için bile asıl büyüklüğünü oluşturan erdemleri feda etmekten başka ne yapabilirdi? Ve onları bile aşkına feda etse, belki en önce kendisi aşağılamayacak mıydı? O zaman daha ilk öpüşmenin ardından düşecekleri pişmanlık girdabını, düştükleri alçaklık ve uğursuzluk içinde birbirlerine bakamayarak, nasıl aşklarının taş kesilmiş cesediyle kalacaklarını,birbirlerini nasıl yitireceklerini, hatta aşağılayacaklarını hisseder gibi oluyor, bütün o azap ve pişmanlıkla şimdiden eziliyor, Suad’ı şimdiden gözünden düşmüş buluyordu.” (s.225)
“Ve bu kadını o mahvedecekti; kendisine, yalnız ve yalnız kendisine, o kadar fedakârlıkla ruhunu teslim ettiğine inandığı, ruhunun temizliğine tutkun olduğu bu saygıdeğer kadını o kirletecek, o dile düşürecek, öldürecekti, değil mi?...
O zaman aklına tutkunu olduğu bir düşünce geldi; birçoklarını vücutlarıiçin sevdikten ve bunun için hepsinden istisnasız başka bir yara aldıktan sonra, şimdi birini de, kuşkusuz en lâyık olanını da yalnızca ruh ve şiir için sevmek, bir zaman o kadar hayran olduğu namus ve temizliğine saygı duymak arzusuna kapıldı. Ve birden nefsini bunu başarabilecek yetide görerek şaştı; onun ruhuna bu kadar rakipsiz ve tek başına sahip olduktan sonra ötesi miskin, hele hain ve çirkin geliyordu… Bu birçok duygudan oluşan bir arzuydu ki, hepsine birden uymak isteğiyle güç buluyordu; bu yalnızca aşk ve acıma da değildi; teşekkür, tapınma, şiir, korku, pişmanlık, onur, her şey ve en sonra, namus… (…)
“…bunu bir tür evlenmek, ruhların evlenmesi gibi görüyordu; ona Süreyya’dan çok yakınlaşabilecek, bu evlenme onlarınkinden daha ölmez, daha yüce, daha şâirâne olacaktı; bu dünyada hiçbir pisliğin gelip zedeleyemeyeceği bir bağlılık olacaktı. Utandırıp yüz yüze baktırmayan o korkularla, gizli, haince öpüşmelerle yaralanacağına aşkları herkesin içinde saf ve melekçe hüküm sürecek, işitilmekten anlaşılmaktan korkusuz, mutlu ve seçkin olarak sürecekti; böylece birbirlerine daha da yakınlaşacaklar, sanki birbirlerinin içine girecekler, birbirinin ruhsal içtenliğiyle yaşayacaklardı.” (s.227-228)
Necib ile Suad aldıkları bu karardan sonra bir süre mutlu bir şekilde yaşarlar. Birbirlerine ilişkilerinin önceki devrelerinde hissettiklerini heyecanla ve gülerek anlatırlar. Baş başa kalmaktansa, başkalarının yanında kalmayı tercih ederler, bu şekilde ilişkilerini temiz tutacaklarına inanırlar. Fakat belli bir zaman geçtikten sonra, birbirlerine bedensel anlamda da yakınlaşmayı arzularlar. Necib, Süreyya’yı kıskanır. Çünkü o, sevdiği kadını koca sıfatıyla elinden almaktadır. Necib bunu kabullenmek istemez.
Süreyya sıkıldığını söyleyerek taşınmaya karar verir. Suad yalıdan ayrıldığında Necib’le görüşmenin bir hayli güçleşeceğini bildiği için, kocasının bu kararına karşı çıkar. Süreyya ile Suad arasında şiddetli bir tartışma yaşanır. Süreyya ile Suad arasında şiddetli bir tartışma yaşanır. Suad bu evlilikte böylesi basit bir konuda bile söz hakkı olmadığınıdüşünerek üzülür, eziklik duyar. Koca baskısına boyun eğmek zorunda kaldığı için evlilikten tiksinir.
“Bu, bütün hayatlarının ilk kavgasıydı… Onu en çok harap eden, yaralayanşey, Süreyya’nın ‘yalnızca bir istese kalabileceği’ sorunuydu ve yalnızca istemediği için kendisini bu kadar kırdığını görünce, yüreğinde bir öc ihtiyacı doğuracak kadar hırslanıyordu… (…)
Ve onun bu haksızlığı altında kalıp haykırmadıkça hiddetinin çoğaldığını,boğulduğunu hissediyordu. Ömründe ilk defa, evliliğin anlamı önünde güçsüz ve sessiz kalıp, sonunda anlamak zorunda kalıyordu. Koca denilen birinin haklı haksız keyfine esir olmaktan başka bir şey olmayan evlilik, ona tiksindirici geliyordu. Artık Süreyya ona bir düşman görünüyor, şimdiye kadar da bu böyle miydi diye şaşıyordu. O zamana kadar hiç böyle bir fırsatla bunu anlamamıştı, çünkü hep söz dinlemişti, hep onun isteklerini daha ortaya çıkmadan keşfetmeye, yerine getirmeye çalışmıştı. Demek kocasının kendisine dost ve uysal gelmesinin nedeni buydu? Aslında, işte bu gece göründüğü gibi, bencil ve soğuktu; demek, o kadar onu tanımayarak, boş yere güvenli ve mutlu olarak yaşamış, dış görünüşlere mutluluk adını verip memnun ve mutlu olduğunu sanmıştı.” (s.238-239)
Suad artık her şeyin bittiğini anlar. Karamsarlık ve umutsuzluk içinde konağa gider. Konakta Hanımefendi’nin dışında hiç kimseyi beğenmez. Beyefendi olur olmaz her şeye bağırır, karısını azarlar. Fatin, kayınbabasına yaranabilmek için bir an dahi yanından ayrılmaz, bağırmasına, azarlamasına ses çıkarmaz. Hacer ise, kocası Fatin’e bir sinek kadar bile değer vermez. Evin önünden geçen yakışıklı erkeklere heyecan ve hayranlık duyarak bakar. İmalı konuşmalarıyla konakta Suad’ıen çok rahatsız eden, sıkıştıran, korkutan kişi Hacer’dir. Necib’in yalıya sık sık gittiğinden haberi vardır. Hacer, Suad ile Necib arasında bir ilişki olduğuna inanır, bu yüzden de her fırsatta bunu ortaya çıkarmak amacıyla türlü oyunlar yapar.
Bir hafta sonra Necib de konağa gelir. Necib’in konağa gelmesi Hacer için bulunmaz bir fırsattır. Yaz boyunca ortalıkta görünmeyen Necib’inşimdi konağa Suad için geldiğini bilmektedir. Hacer her fırsatta Necib’i ve Suad’ı sıkıştırır, onlara imalı sorular sorar, ağızlarından laf almaya çalışır. Suad, sürekli olarak Hacer’in gözlerini üzerinde hissettiği için, Necib’e karşı olabildiğince mesafeli ve soğuk davranır. Necib, Suad’ın zihninden geçenleri bilmediği için bu duruma alınır. Suad’ın artık kendisini sevmediğini, kendisinden kaçmak istediğini düşünür. Hacer bir ara Necib’e, eldivenin sahibi olan hanıma ne olduğunu sorar. Beklenmedik bu soru karşısında Suad, neredeyse heyecandan öleceğini zanneder. Necib, eldivenin sahibi olan madamın öldüğünü söyleyerek geçiştirmeye çalışır. Hacer ısrarla eldivenin ne olduğunu sorar. Necib eldiveni gömdüğünü söyler. Necib’in bundan sonra Suad burada olduğu için sık sık konağa geleceğini söyler. Bu arada Suad, Hacer’i kıskanmaya başlar. Necib’in kendisini değil de onu sevdiğini düşünür. Necib ile Suad baş başa kalırlar, fakat içlerinden geçenleri söyleyemezler. Necib, Suad’ın sessiz kalmasını, artık herşeyin bittiğine yorar. Suad ise, Necib’in Hacer’in oyuncağı olduğunu düşünür.
Necib bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetmektedir, ancak bir türlü Suad’ın neler düşündüğünü, aralarında ne gibi bir sorun olduğunu çözemez. Suad’ın etraftaki insanlar yüzünden kendisine soğuk davranmasını kabullenemez.
“Ah orada, onun yanına çıkıp titreyerek, onun vücudunun havası çevresinde, onun gözlerinde yine o gülümsemeyi, onun yalnızca bir gölgesini görmek için yüreğinde ne sefil bir özlem ve telaş vardı. Fakat Suad’ı donmuşve soğuk, yalnız görünüşte bir nezaketle gördükçe, yeniden deli olarak ne yapacağını bilemiyor ve Hacer’in elinde kalıyordu. Başı kaygıateşinden çatlarken gülmek, güldürmek gerekiyor kaçmak için bahaneler arayarak geldiğine pişman oluyordu.” (s.273)
Necib konağa her seferinde belli bir umutla gelir, fakat Suad’ın suskun halini ve ilgisizliğini görünce kaçmak, uzaklaşmak ister. Etrafta sürekli birileri olduğundan Suad’la yalnız kalma imkanı da çok azdır. Necib az bir süre için de olsa Suad’la baş başa görüşebilmek için, hoppa bir kadın olan Hacer’in basitliklerine katlanmak zorunda kalır. Necib içinde türlü acılarla kıvranırken, dışında sahte gülüşlerle Hacer’i oyalamaya çalışır. Necib’in Hacer’in yanından ayrılmadığınıgören Suad ise, için için kahrolur.
Bir gün Necib, Suad’dan piyano çalmasını ister. Suad kabul etmez. Daha sonra rahatsız olduğu bahanesiyle yemeğe inmez. Necib, Suad’ın artık her şeyi bitirmek istediğini düşünür. Suad’ın suskunluğuna daha fazla dayanamaz. Kalbinde yücelttiği kadının, tıpkı öncekiler gibi sıradan olduğunu düşünür. Hemen konaktan ayrılır. Kalbindeki acıyı dindirmek için içki içer. O anda orkestra, Suad ile Necib’in birlikte dinleyip kendilerinden geçtikleri parçaları çalmaktadır.
Aradan bir hafta geçer, Necib konağa uğramaz. Suad, Necib’in kendisine kırıldığını anlar. Necib’in nerede olduğunu, neler yaptığını merak eder, kaygılanır. Suad, bir akşam yemekte kocasının ağzından Necib’in kendisini içki ve eğlenceye kaptırdığını, şehre gelen bir tiyatro kumpanyasının Fransız kadın oyuncusuyla düşüp kalktığını, her gece içki masalarında sızıp kaldığını öğrenir. Suad, Necib’in karşılaştığı ilk güçlükte kaçıvermesine, yeniden eski yaşamına dönmesine bir anlam veremez. Necib de gidince Suad’ın hayatta tutunacak bir dalı kalmaz. Bundan sonra yaşantısını düzelmeyeceğini, asla mutlu olamayacağınıdüşünür. Yeniden hayata tutunabilmek için bir şeyler yapmak ister. Kocasına eskisi gibi bağlanıp her şeyi unutmaya karar verir. Hatta bir çocuklarının olmasını bile ister. Fakat Süreyya’ya ne kadar yakınlaşmaya çalışsa da beklediği çekiciliği bulamaz. Bu duruma alışmaya çalışır.
İki hafta sonra Necib, sarhoş ve bitkin bir halde konağa gelir. Fatin, bilinci yerinde olmayan Necib’le kafa bulmaya, eğlenmeye başlar. Suad, basit bir kadın için Necib’in bu hallere düşmesine üzülür. Necib, Fatin’le konuşurken üstü kapalı ifadelerle Suad’a olan sitemlerini dile getirir. Necib’in ateşi yüksektir. Bu halde gitmeye kalkışır. Evdekiler buna izin vermez. Hanımefendi, onu biraz azarladıktan sonra, kalmaya ikna eder. Necib odasında ağlayarak “Ölüyorum, ne yapayım… Ne yapayım, ancak böyle unutabiliyorum, başka ne yapayım? Nasıl vakit geçireyim, yalnız kalırsam çıldıracağım…” (s.299) diye Hanımefendi’ye yakınır. Bu konuşmaları gizlice dinleyen Suad, daha fazla dayanamaz, Necib’in bu duruma düşmesinde, perişan olmasında, acılar içinde kıvranmasında kendisinin suçlu olduğunu düşünür. Suad evin karanlık bir köşesinde ağlar. Kendisinin Necib’e karşı soğuk davrandığını, Necib’in bu yüzden kırıldığını, konağa gelemediğini, yalnız kaldığını düşünür. Necib’den af dilemek, onu hâlâ çok sevdiğini söylemek için kalbinde kuvvetli bir arzu duyar.
“Ah ne kadar koşup onun ayaklarına kapanmak, ellerine sarılarak af dilemek, ah ne kadar ağlamak istiyordu. Bir ihtiyaç, ona koşup, ‘Hayır biz yanılmışız, ben yanılmışım, ah talihsiz, beni affet… Hâlâ seviyorum, fakat affet…’ demek istiyor, onu hâla sevdiğini anlatmak ihtiyacıiçinde inliyor, kahroluyordu. Ettiği bu haksızlığın, bu zulmün altında o kadar eziliyor, kendisini o kadar affedilmez görüyordu ki, affettirmek için hayatını feda etmek, ‘Al, seninim, beni ne yaparsan yap!’ diye hayatını ona vermek istiyordu.” (s.300)
Ertesi gün Hanımefendi, Suad’ı çağırır. Necib’in ateşli olmasından tedirgin olduklarını, bu nedenle doktor çağırttıklarını söyler. Kendileri düğüne gidecekleri için de gelecek olan doktorla ilgilenmesini isterler. Necib’le yalnız kalma düşüncesi Suad’ı heyecanlandırır. Suad, Necib’in odasına girer. Necib uyumaktadır. Doktoru beklemeye başlar, elindeki dikişiyle meşgul olur. Bir süre sonra Necib giyinmiş olarak Suad’ın yanına gelir. Necib evde yalnız olduklarını öğrenir. Her ikisi de büyük bir heyecanla aşklarını dile getirirler. Necib kendisinden bir bakışı,bir gülümsemeyi esirgediği için Suad’a sitem eder. Necib her şeyi unutup uzaklara kaçmayı teklif eder. Suad, kocasını bırakmaya hakkıolmadığını söyler. Necib her şeye rağmen kendisini sevmesini, unutmamasını ister. Bir an Necib şüpheyle “Ah, söyle Suad! Söyle hiç olmazsa sevdin mi, sevdin mi?” (s.308) diye sorar. Bunun üzerine Suad, ellerini uzatır. Bu sıcaklık ve heyecan anında her ikisi de birbirini çok sevdiğini, seveceğini söyler. Necib, ayda yılda bir görmeye bile razı olduğunu, küçük bir bakışın, tatlı bir gülümseyişin kendisine yeteceğini söyler. Birbirlerine kendilerini hatırlatacak özel bir eşya vermek isterler. Necib kalbinin üzerinde taşıdığı tek eldiveni çıkarır. Suad da kendisine ait olan bu eldivenin öteki tekini gömleğinden çıkarır. Suad da o günden beri bu eldiveni kalbinin üzerinde taşımıştır. Birbirlerine böylesine derin, böylesine güçlü duygularla bağlı olduklarını görünce kendilerinden geçerler. Necib, Suad’ın ellerini dudaklarına götürür. Ayrılmadan önce Suad’a gözlerinden öpmek istediğini söyler. Çünkü Necib bu aşkı Suad’ın gözlerinde yaşamıştır. Necib, Suad’ın titreyen gözlerinden öper, ellerini bırakır, konaktan ayrılır.
Necib konaktan çıkar, yağmurun altında ağlayarak yürür. Hayatta en değerlişeyin aşk olduğunu, türlü imkansızlıklara rağmen yaşanan birkaç saniyelik aşk anının bir ömre bedel olduğunu düşünür. Aynı şekilde Suad da kendisini ateşli bir düşten uyanmış gibi hisseder. Budan sonra Süreyya ile geçireceği yaşamın son derece renksiz, soluk, heyecansız, neşesiz olacağını düşünür, uzun uzun ağlar. Yaşadığı birkaç aşk saniyesi için bütün hayatını feda etmeyi arzular.
“Hayatta aşkın yerini tutacak hiçbir şey bulamıyordu. İnsanın duygu ve isteklerinin en yücesi, en seçkini o idi ve onun huzurunda, yalnızca sessiz kalıp alçalmak gerekirdi; dünyada büyük olan ve insanı hükmü altına alan, tabiî ancak oydu, onun yanında her şey yapay, öznel, görece kalıyordu. Bunlar yalnızca boş şeyler değil, vahşi, doğal olmayan, doğanın zorlaması olarak kalıyordu; ne kadar dayanılmaz bir ateş olursa olsun acıları, ızdırapları tadını ve mutluluğunu o kadar artırıyor, işkencesi bile mutluluk oluyordu; öldürerek, dehşet vererek yakan, zevki ne kadar âni olursa o kadar insanın dayanma gücünün ötesinde can yakan bir ateş, ‘İşte aşk!’ diyordu. İnleyerek, ‘Ah, yalnızca aşk, yalnızca birbirini sevenlerin her şeyi unutup, aydınlık, süslenmiş gördükleri şiir düşü ve heyecan var, yalnızca o, yalnızca o…’Hattâ bütün cezâ bile olsa, bütün hıyânet bile olsa, onu bilmeyenler, bu saniyeyi yaşamayanlar için, ‘Yaşamadık!’ diye feryat etmeleri gerekirdi. Ondan başka her şey boş, her şey hiç, her şey boşunaydı, o olmasa hiç, hiçbir şey olmazdı ve yine ondan başka hiçbir şey yoktu, yalan olsun, sahte olsun yine daima o hüküm sürüyor, her şeyde her durumda yine o üstün geliyordu. “ (s.310-311)
Geceleyin konakta yangın çıkar. Etrafta çığlıklar, feryatlar, gürültüler, çatırtılar birbirine karışır. Dumanlar, alevler bir anda konağın her tarafını kaplar. Herkes büyük bir panikle dışarı kaçışır. Süreyyaşaşkın bir halde oraya buraya koşar. Suad’ı arar. Bu sırada Necib’le karşılaşır. Süreyya, Suad’ı göremediğini söyler. Kargaşa ortamında biri, Suad’ın içeride olabileceğini söyler. Bunun üzerine Süreyya ile Necib hızla konağın kapısına koşarlar, içeri girerler. Suad’ın bulunduğu odanın kapısına gelirler. “Suad!” diye seslenirler. Zayıf bir inilti sesi duyar gibi olurlar. Ortalık yakıcı alevlerle, boğucu dumanla kaplanır. Necib dehşetle haykırarak içeri atılır. Fakat tam bu esnada şiddetli bir çatırtıyla tavan yıkılır, her taraf alevler içinde kalır.





I. Eylül Romanının Konusu 

Eylül adlı romanın konusu, beş yıllık evli bir kadın ile evlerine sık sık misafir gelen yakın bir aile dostu arasında geçen yasak aşk ve bu aşk yüzünden çekilen sıkıntılardır.

Romanın en önemli teması “yasak aşk”tır. Süreyya ile Suad beş yıllık evli bir çifttir. Boğaziçi’nde bir yalıya taşınınca yalnız kalmaktan sıkıldıkları için ısrarla Necib’i davet ederler. Necip, Süreyya’nın halasının oğludur. Necib, bu aile için bir akrabadan çok, yakın bir arkadaş, sıcak bir dosttur. Süreyya ile karısı arasında tam anlamıyla bir zevk uyuşmazlığı vardır. Süreyya çocuk gibi basit heveslere kapılır. Müzikten hoşlanmaz, karısı piyano çalarken o, balkona kaçar, denizi seyreder. Süreyya’nın en büyük tutkusu, sandalına binip denize açılmaktır. Süreyya denizde çocuklar gibi gönlünce eğlenirken Suad evde yalnız kalır, kocasına yetemediği için kendisinde bir eksiklik, eziklik hisseder. Suad, kocasını bir sevgili gibi değil, bir anne şefkatiyle sever. Buna karşılık Suad ile Necib’in pek çok ortak zevkleri vardır. Her ikisinde de güçlü bir müzik tutkusu vardır. Zamanlarının çoğunu piyano başında geçirirler. Bir süre sonra aralarındaki arkadaşlık, dostluk duygusu aşka dönüşür. Her ikisinin de kalbinde bir şeyler kıpırdanmaya başlar. Necib ile Suad arasındaki aşk sadece ruhsal boyutta yaşanır, bedensel boyuta geçmez. Duygularını sözle dile getirmeye cesaret edemediklerinde müziğe sığınırlar. Aşklarını müziğin yarattığı bir hayal âleminde yaşarlar. Bir süre sonra bu aşk gözlerde, kaçamak bakışlarda, gülüşlerde yaşanır. Romanın sonuna doğru Necib, Suad’ın ellerinden ve titreyen gözlerinden öperek bu aşka veda eder.

Eylül hüzünlü bir aşk romanıdır. Bu aşk, gözlerde başlayıp gözlerde yaşanan ve yine gözlerde biten, vuslatın olmayacağını bile bile yine de kalplere söz geçirilemediği için yaşanan, duygusal boyutta kalarak saflığını koruyan, bedensel boyuta taşınarak kirletilmeyen güçlü bir aşktır. Aşklarını bu dünyada yaşama imkanı bulamayan Necib ile Suad, romanın sonunda yanarak can verirler. Bir anlamda, aşklarını öldükten sonra başka bir âlemde yaşayacaklardır.

“Kendisinde asla ihanet düşüncesi, maddî bir emel bulmuyordu. Güzel bulmadığı araçlarla maksadına ulaşmaktan nefret ederdi; halbuki bu arzusunun varlığına acı çekmeksizin dayanamazken, onun en ufak bir gösterisine hayatını feda eder de yine razı olmazdı. O, yalnızca bir esir, ruhunun esiriydi, ihtiyaç esiri, düşüncesinin çekiciliğine yakalanmış bir esirdi. Bugün Süreyya’nın namusunu savunmak için, Suad’ın saflığı için kendisinde nefsini en büyük tehlikelere sokacak yeteneği görüyordu. Ve işte bunun için, yalnızca ruhsal bakımdan tutkun olduğu, maddilikten tamamıyla uzak bulunduğu için, bu arzusunu, ihanet kabul etmiyordu. Düşündükçe, Suad’ı değil, onun ruhunu, yalnızca ruhunu sevdiğini görüyordu. Bu, büsbütün başka bir aşk idi. Onu ele geçmeyecek, sahip olunamayacak, bunun için de başka hiçbir kadında bulunamayacak şeyleri için, güzel kokusu, bakışı, gülüşü için seviyordu ve bu güzel kokulu bağrın nefesiymiş kadar canlı bakışı o kadar temiz, gülümseyişi o derece masum idi ki, bu sessiz sedasız ve saygılı tapınmadan, bunlara karşı kalbinde ortaya çıkan tapınmadan kendisini alıkoymak, razı olunacak bir fedakârlık değildi. Onun için bu, bir bakış için hayatlar verilecek, temiz ve mutlu bir ruh özleyişi oldu, ona o kadar serbest bir akış verdi.”(s.134-135)

Eylül romanı trajik bir şekilde sona erer. Romanın sonunda konakta yangın çıkar. Herkes dışarıya çıkar, fakat Suad görünürde yoktur. İşte tam bu anda Necib’in trajedisi başlar. Trajedi, kişinin istenmeyen, kötü olan iki durumdan birisini seçmek zorunda kalmasıdır. Necib ya içeriye girmeyip hayatta kalacak, fakat sevdiği kadını kaybettiği için gönlü yanıp kavrulacak ya da içeriye, yanmakta olan konağa girip kendisi de Suad’la birlikte yanacaktır. Necib kendisini alevlerin içine atar. Bu dünyada yaşayamadığı aşkını başka bir âlemde yaşayacaktır.

Romanda işlenen diğer bir tema “evlilik”tir. Mehmet Rauf, ruhsal yönden birbiriyle uyuşmayan, aralarında zevk ortaklığı bulunmayan eşlerin yaptığı evliliklerin, sağlam temellere dayanmadığı için zamanla yıkılmaya mahkum olduğunu anlatmaya çalışır. Yazar, romanda Süreyya ile Suad arasındaki evliliği doğru bulmaz. Çünkü onların hiçbir ortak zevki yoktur. Evliliğin verdiği heyecan zamanla kaybolur. Süreyya karısı Suad’la ilgilenmez, kendi çocukça heveslerinin peşine düşer. Sandal ve deniz onun her şeyidir. Suad ise müzikten hoşlanır. Karısı piyano çalarken Süreyya sıkılır, dışarıya kaçar. Yazar Süreyya-Suad evliliğini eleştirir, sakat yanlarını gözler önüne serer. Yazara göre, ideal bir evlilikte asıl önemli olan şey, eşler arasında zevk ortaklığının bulunmasıdır. Suad ile Necib arasında zevk ortaklığı bulunduğu için, kısa sürede yakınlaşırlar, birbirlerine âşık olurlar. Suad aradığı sıcaklığı, arkadaşlığı, dostluğu Necib’de bulur.

Romanın başında Necib evliliğe karşıdır. Evlenmekten aşırı derecede korkar. Necib geçmişte çok sayıda para düşkünü ve evli kadınla ilişki yaşamış, bu ilişkilerden derin yaralar almıştır. Yaşadığı hayal kırıklıkları yüzünden kadınlara olan güveni bütünüyle sarsılmış, hatta onlardan nefret etmeye başlamıştır. Necib’e göre en namuslu kadınlar bile, saflık maskesi altına saklanarak kocalarına ihanet etmektedirler. Necib’in kadınlar hakkındaki bu olumsuz düşünceleri, Suad’ı tanıdıktan sonra değişmeye başlar. Evleneceği kadının tıpkı Suad gibi olmasını ister. Necib, Süreyya-Suad evliliğini yakından gözlemler. İlişkiyi canlı tutabilmek için sürekli Suad’ın çaba gösterdiğini, Süreyya’nın vurdumduymaz tavırlarıyla Suad’ı yalnız bıraktığını, her geçen gün Suad’ın eriyip tükendiğini görür.

Romanda yazar tarafından eleştirilen diğer bir evlilik ise Beyefendi-Hanımefendi evliliğidir. Bu evlilikte de ortak paylaşım, sevgi, saygı, heyecan yoktur. Beyefendi otoriter bir yaradılışa sahiptir. Evde sadece kendi sözü geçsin ister. Sudan sebeplerle karısını azarlar. Hanımefendi bu evlilikte her türlü haksızlığa boyun eğen, her şeyi sineye çeken, alttan alan, kabullenen kişi konumundadır. Bu zorunlu bir birlikteliktir, çaresizce kabulleniştir.

Yazarın romanda eleştirdiği diğer bir evlilik ise Süreyya’nın kız kardeşi Hacer ile Fatin birlikteliğidir. Hacer, dış güzellik yönünden Suad’dan daha çekici bir kadındır. Fakat ruh güzelliği bakımından Suad’la boy ölçüşemez. Hacer son derece geveze, sululuğu, sırnaşmayı seven, basit bir kadındır. Fatin’le sırf babası istediği için evlenmiştir. Kocasına karşı kalbinde en ufak bir heyecan, sevgi, aşk yoktur. Hatta ondan tiksinir. Konağın önünden geçen yakışıklı erkeklere bakar, onlarla ilgili hayaller kurar. Kocasına sadakat göstermez. Aynı şekilde Fatin de kişilik yönünden oldukça zayıf, silik bir tiptir. Kayınbabasına yaranabilmek, bir miktar yolunu bulabilmek için kendisine yapılan her türlü kabalığa katlanır. Karısına karşı kalbinde bir sevgi, bir aşk yoktur.

Romanın genelinde kendisini güçlü bir şekilde hissettiren tema, aynı zamanda romanın da adı olan “eylül”dür. Peki eylül sözcüğü neyi ifade eder? Eylül sözcüğü sembolik anlamda kullanılmıştır. Eylül; sonbaharı, sararmış, kurumuş, dökülen yaprakları hatırlatır. Doğadaki canlılığın yavaş yavaş kaybolduğu aydır, eylül. Kimi zaman ise hüznü, ayrılığı, hastalığı, ölümü hatırlatır bizlere. Kara kışın habercisidir bazen de.

Romanda Suad ile Necib arasında bahar mevsiminde başlayan arkadaşlık, dostluk ilişkisi yaz mevsimi boyunca gelişip olgunlaşarak aşka dönüşür. Ancak yasak aşkın yarattığı kaygılar, sıkıntılar, çıkmazlar bu ilişkinin yönünü kışa çevirir.

Necib-Suad aşkının ilk günlerinde çıkılan bir gezide, Suad dalgın ve hüzünlü bir şekilde çevreyi seyreder. Çınar ağaçlarından düşen sararmış, kurumuş yaprakların oluşturduğu sonbahar manzarası ile kendi hüzünlü, heyecansız iç dünyası arasında benzerlik kurar. Suad ömrünün bahar ve yaz mevsimlerinin gerilerde kaldığını, bundan sonra mutsuz, heyecansız kış mevsiminin yaşanacağını, bunun kaçınılmaz olduğunu düşünür. Kendisinin de tıpkı çevresindeki yapraklar gibi sararıp solacağını, çürüyeceğini düşünür. Suad bir anlamda hayatının eylül mevsimini yaşamaktadır. Bundan sonraki mevsim ise kıştır.

“Çayırı bütün bütün ıssız buldular, ağaçların gölgeleri yarı bulutlu gök altındaki çayır soluk, zavallıydı. Yalnız son yağmurların ve dünkü güneşin verdiği bir tazelikle, hüzünlü bir yeşillik vardı; onlar çayırın bu rengindeki güzelliği konuşurlarken, Suad çınarlardan sarı, kuru düşen yaprakların kapladığı yollarda yağmurlarla ıslanarak oluşturdukları çamura, bu çürümüş yapraklara bakarak, ‘İşte!’ diyordu.

Necib çevresine bakınarak, ‘Havanın rengi gitgide soluyor,’ dedi.

Ve bastonuyla karşıdan ağır ağır yükselen bulut yığınlarını gösterdi; Süreyya:

─ Ey, ne olacak? dedi, geçenki havaları düşünsene… Neydi o yağmur, o rüzgâr?

─ Ama dün ve önceki gün ne kadar parlaktı, bir yaz günü gibi…

─ Buna sonbahar demişler!.. Bu kadar güzellik ve sıcaklık verdikten sonra, eylülden ne beklenir? Malûm ya, eylül hüzün ve yas ayıdır.

Bu söz üzerine Suad’a, hayatının bu çağı, ömrünün, kadınlığının eylülü gibi geldi. Eylül! Öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekir. Eylül, esef ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp üzülür, özlem çeker…

Kendi hayatı da böyle değil miydi? Son günlerin güzelliğinden sonra şimdi yine olanaksızlığa, hüzün ve sıkıntıya düşmemiş miydi? Tıpkı şimdi düştüğü gibi, yaz da farkına bile varmadan, nasıl elindeki mutluluğu kaçırıp ilk kış hücumuyla kederleniyorsa, o da demin anlayıp eski günlerin özlemini çekmemiş miydi? Hayata yeni baştan başlamak arzusu, bugün tekrar yaz olsun emeli gibi bir şey değil miydi? Bir yıldır onu harap eden kaygıların, acıların ne olduğunu artık iyice anlıyor, ‘İşte benim eylülüm!’ diyordu.

Eylül!.. Henüz renk ve güzel kokular bitmemiş, fakat baharın bol renkleri, hissedilmez şekilde kaybolmuştu. Bu kayboluşta geri gelmek ister gibi bir eda vardı ama, bu boş, acı, hırçın bir edaydı ve buna karşın baharın rengi soluverdi. Artık uyanmış, doğanın ruhunu görüyordu; yaprakların nasıl sararmış, birçoğunun düşüp çamurlarda çürümüş olduğunu görüyor ve şimdi, hava ne kadar güzel olsa, ne kadar geçici, bu renk ve güzel kokuların ne kadar vefasız, ne kadar ele avuca sığmaz, eldeyken değeri bilinmemiş, öylece harcanmış bir hazine olduğunu acı acı görüyordu. İşte artık ne bir çiçek kalmıştı, ne de güzel bir koku… Artık dayanma gücü de kalmamıştı, hepsi çürümüştü… Önceleri yağmur yağsa umursamazlardı, yağmurdan sonra yeni bir hayat, yeni bir tazelik gelirdi; şimdiyse… İşte yağmur, işte kış, her şeyi çürütüyordu. Her şeyi…

Evet, her şey çürüyor, her şey… İnsanlar çürümeyecekler mi? Eylülde, sanki bahara özlem çeken üzgün bir tazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendisini yok etmek isteyen sonbahara karşın devam etmek, yine bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun için muhtaç olduğu şeylerden yoksundur ve kendisinde de dayanma gücü kalmamıştır. Doğa da bunu anlamış gibi, acı bir düşünceyle üstüne çöken ıssızlığın, yasın altında ezilerek durur. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar dayanabilirse dayansın kışın üstün geleceğini, artık her şeyin, her umudun bittiğini, buna dayanmak gerektiğini anlamaktan doğan bir güçsüzlükle ağlar… Ne renk, ne de güzel koku… İşte yapraklar ölüyor… Rüzgâr insafsız, yağmur inatçı; her şey çürüyor, oh!.. Her şey çürüyor…

O zaman eylül kendisine, doğada ilk yılgınlık ayı, ölümlülüğü ilk duyma ayı, ilk yararsız ve acı mücadele arzusu gibi, hayatın ne olduğunu anlayıp farkına varılmadan geçen güzel geçmişin özlemiyle ilk boynu bükülen ay gibi göründü.

Ayaklarının altında çamurlanmış çürük yapraklara bakarak, ‘Evet, her şey çürüyor, demek biz de çürüyeceğiz,’ diye düşündü.

Demek ki çürüyecekti, o da çürüyecekti? Böyle, hiçbir mutluluk gelmeden, daha henüz beklerken, özellikle hayatının nasıl hiçbir şeyin farkına varmadan geçmiş olduğunu anladıktan sonra, artık bir şey yapmanın mümkün olmadığını da görerek, böyle çürümek, bitmek, ona pek insafsızca, pek acı geliyordu.

Halbuki, işte onda yaşamak için daha şiddetli bir istek, mutluluktan yoksun olmamak, hayatını kaçırmamak için derin bir ihtiyaç, gerekirse mücadele yeteneği vardı. Fakat her şey boş değil mi? Ne olsa, ne yapılsa, kış gelmeyecek mi? Ya gelinceye kadar… hiç mi, hiç mi bir şey yapılamaz? Böyle, görerek, anlayarak, bile bile hayat ve mutluluktan el çekmeye dayanmaktan başka bir şey mümkün değil mi?” (s.205-207)


Romanda dikkati çeken diğer bir tema “müzik”tir. Süreyya ile Suad evlilik bağı ile birbirlerine bağlıdır, fakat ruhsal anlamda apayrı iki insandır. Birisinin zevk aldığı şeyden diğeri sıkılır. Suad müzikten, piyano çalıp şarkı söylemekten hoşlanır, Süreyya ise denizden, yelkenlisine binip denize açılmaktan zevk alır. Süreyya denizdeyken Suad evde yalnız kalır, sıkılır. Yazar, ortak zevki olmayan karı-koca arasında ruhsal anlamda bir uzaklaşmanın kaçınılmaz olduğunu göstermeye çalışır. Suad yalnızlığını müzikle ve Necib’le unutmaya çalışır.

Başlangıçta müzik, Necib ile Suad için bir eğlencedir. Aynı şeyden hoşlanmaları, aynı parçalara hayranlık duymaları zamanla yakınlaşmalarını sağlar. Suad her geçen gün kocasından biraz daha uzaklaşır. Kendisini yalnız, heyecansız, mutsuz hisseder. Aynı şekilde Necib de geçmişte sadece bedensel anlamda yaşadığı ilişkilerden yorulmuştur. İşte bu noktada müzik, dış dünyanın sıkıntılarından, kötülüklerinden kaçıp sığındıkları bir liman olur.

Necib ile Suad arasında dille açıkça söylemeye cesaret edilemeyen duygular, müzik aracılığıyla ifade edilir. Birbirlerine karşı duydukları aşkı gözleriyle, müzikle ifade ederler. Necib-Suad aşkı, yasak bir aşktır. Toplum tarafından kabul görmeyecek bir aşktır. Necib ile Suad, vuslatı olmayan bir aşkı, olmayacağını bile bile yaşarlar. Gerçek dünyada, içinde yaşadıkları ortamda yaşama imkanı bulamadıkları aşklarını, müziğin yarattığı duygusallık ve kendinden geçme anlarında doğan hayalî bir âlemde yaşarlar. Müziğin yarattığı hayalî âlemde korku, tedirginlik, kurallar, toplumsal baskı, sorumluluk gibi yaptırımlar yoktur.

“Suad, bestecilerin iyice bilmediği hayatları hakkında bilgi soruyor, Necib, bildiği kadar ayrıntılarıyla anlatıyordu; öyle oldu ki, musiki susup yalnız konusu devam etti. İkisi de şunda birleşiyorlardı ki, dünyada musiki gibi hiçbir şey yoktur. Necib için ömrünün en tatlı zamanları, yalnız çok mutlu anlar değil, musikiyle kendisinden geçtiği zamanlardı: Musiki, o kadar çetinlik ve düşkünlükle duygularına dokunuyordu.” (s.91)

“Demek ikisi de yalnızca bir şeyi seviyorlardı. Ve öyle seviyorlardı ki, onunla dünyayı, dünyanın her şeyini, hatta onu, Süreyya’yı unutuyorlardı. O zaman sade ikisinin ruhu yalnız, koyun koyuna dalaşıyorlar, orada yalnız kalıyorlar, Süreyya bile oraya gelemiyordu. O zaman musiki ona başka anlamlarla, başka görevlerle görünmeye, ruhların birleştiricisi, esin vericisi gibi gelmeye başladı. O bir dünya, tapılan bir dünya oluyor, orada Suad’la birlikte olmak, bu kötü dünyada olmamışlarsa, hiç değilse orada birleşmiş olmak, onu sarhoş ediyor, kendisinden geçiriyordu.” (s.135-136)

“Ve gözlerin dudakların söylemekten, anlatmaktan o kadar titredikleri yürekten taşıp gelen şeyleri anlatmak için musiki kendilerine yardım ediyor, sanki ruhları için bir buluşma nedeni oluyordu; o zaman eski zamanların sevda öyküleri, Faust, Verter, Manon Lescaud, Sappho, Romeo ile Juliet, Otello, Aida gibi sonsuz aşk serüvenleri anlatılırdı; bunların ruh hallerinin anlatılması için kendi kalplerinin yardımıyla, söylenilemeyen ruh ihtiyaçlarını onlara mâl ederek verilen ayrıntılarla saatler geçerdi.” (s.174)


Necib ile Suad’ın piyanoda çalıp söylediği parçalar, tamamıyla Batı müziğine aittir. Udun yerini piyano almıştır. Servet-i Fünuncular sadece müzik alanında değil, hemen her konuda Batı’yı örnek almışlardır.

Romanda işlenen diğer bir tema ise “deniz tutkusu”dur. Süreyya karısıyla birlikte yalıya taşındıktan sonra vaktinin çoğunu denizde geçirir. Bir çocuğun annesine olan aşırı düşkünlüğü gibi, Süreyya’nın deniz sevgisi, tutkusu da öylesine güçlüdür. Süreyya için deniz, âdeta bir tutkudur, aşktır, sevdadır. Sohbet sırasında denizden laf açıldığında, Süreyya coşar, heyecanlanır, kendisinden geçer. Büyük bir keyif ve heyecanla denizi, dalgaları, rüzgârı, sandalları, yelkenli yarışlarını, balık tutmayı anlatır.

Süreyya’nın denize olan tutkusu, karısını ihmal etmesine, unutmasına sebep olur. Suad kocasıyla birlikte denize açılmak ister, ancak baş dönmesi ve mide bulantıları buna izin vermez. Kocası denizdeyken, Suad yalıda yalnız kalır. Necib’le birlikte piyano çalarlar. Süreyya, kendisini bir yükten kurtardığı için Necib’in, karısıyla ilgilenmesi hoşuna gider. Karısının evde yalnızlık çekmesi, sıkılması Süreyya’nın umurunda değildir. Onu asıl ilgilendiren, heyecanlandıran şey denizdir, karısı ikinci planda kalır.

Beş yıllık evli bir kadın olan Suad’ın, kendisini yalnız ve mutsuz hissederek evliliğini sorgulamasının, aşkı ve heyecanı başka kollarda aramasının ana sebebi Süreyya’nın deniz tutkusudur.


II. Eylül Romanının Kişileri

Süreyya: Suad’ın kocasıdır. Âdeta çerez parasına çalışmakta olan Süreyya, evli olmasına rağmen ailenin ekonomik yükünden haberdar değildir. İki küçük aileyi içine alan bu büyük ailede, çocuk gibi sorumsuz bir şekilde yaşamaktadır. Düşünce bakımından olgunluktan uzak, fikrî kapasitesi çok sınırlı ve hatta karısından çok düşük olan Süreyya, Suad’ı bir eşten çok, bir ana gibi görmekte ve bu ilişkinin bütün sorumluluğunu ona yüklemektedir. Karısının parasıyla kiraladığı yalıda dahi, karısına karşı hiçbir sorumluluk duymaksızın, onu sevgi ve ilgisinden mahrum ederek kendisini başıboş bir hayat sürme hakkına sahip zannetmektedir. Yalı sevdası bir süre sonra yerini yelkene, sandala, kürek çekmeye bırakır. Hiçbir şey umurunda değildir, varsa yoksa kendine özel uğraşları. Karısının isteklerini kibarca reddetmeyi çok iyi bilir. Kendi istekleri ne olursa olsun yapılmak zorundadır. Karısıyla hiçbir ortak ilgisi bulunmayan bu düşüncesiz, bencil adam, hiçbir şey vermeksizin çok şey istemeyi kendisinin hakkı saymaktadır.

Suad: Süreyya’nın karısı, Necib’in yasak aşkıdır. Genç, güzel, ince zevkli, zeki, kültürlü bir kadındır. Kocasını mutlu etmek için bütün maddî ve manevî imkanlarını kullanır. Babasından gizlice istediği parayla bir yalı kiralayıp oraya taşınırlar. Belli bir süre yalıya taşınmanın heyecanı onları mutlu eder. Kocası, yalı sevdasından sonra yelkene, sandala merak salar. Tek düşüncesi ve tek önem verdiği şey sandalıyla denize açılıp kürek çekmek, hoşça vakit geçirmektir. Suad, sadece kendisinin gayretleriyle ayakta duran bu evliliğin başarısızlığını görür. Beş yıllık bir geçmişi olan bu evliliğin sadece şekilden ibaret olduğunu, gerçekte evliliğin temeli sayılan hiçbir sevgi, heyecan ve gönül bağının, ortak zevk anlayışlarının olmadığını anlar. Suad için hayat, bu andan itibaren çekilmez bir yük haline gelir. Süreyya’nın halasının oğlu olan Necib, yalıya sıkça gelmektedir. Suad ve Necib müziğe karşı olan tutkuları nedeniyle, vakitlerinin çoğunu piyano başında geçirirler. Suad, bir süre sonra, saygı duyup beğendiği Necib’in kendisine âşık olduğunu anlar. Suad, evli bir kadın olduğu için çok büyük bir iç çatışma yaşar. Bu ilişki sonrasında kendisinin alçalacağını düşünür. Fakat içinde kıvılcımlanan duygulara da bir türlü engel olamaz. Suad, bir çölden farksız olan sevgisiz dünyasında toplumun bütün değerlerini bir tarafa iterek, kendisini bu sevginin kucaklarına bırakır. Hayatının baharını yaşayamamış bir kadının, yaşlanma endişesi içinde sonbaharın hüznünde, solup ölen, yapraklarda harcanmış bir ömrün bitişini görür. Ölüm kaçınılmaz bir gerçek olduğuna göre, hayatı dolu dolu, canının istediği gibi yaşamak ister.

Necib: Süreyya’nın halasının oğludur. Genç, yakışıklı, iyi eğitim görmüş, kendi kültürü yanında Batı kültürünü de yakından tanıyan, pek çok kadınla evlilik dışı ilişki kurmuş, kadın-erkek ilişkisi konusunda deneyimli birisidir. Kadınlara güvenmeyen, evlilikten aşırı derecede korkan birisiyken, Süreyya-Suad ilişkisine büyük bir hayranlık duyar. Fizikî güzelliğinin yanı sıra ruhî yönü ve entelektüel meziyetleri üstün olan Suad, Necib’in bir kadında aradığı tüm özelliklere sahiptir. Ancak böyle bir kadınla evlenebileceğini düşünür. Ona göre Suad; eşine bağlı, nazik, güler yüzlü, şefkatli, samimî bir kadındır. Müziğe karşı duydukları yakın ilgi, onları yakınlaştırır. Necib bir süre sonra bu çok beğendiği kadına âşık olur. Yuvasının kapılarını kendisine açmış olan bir dostun karısına âşık olduğu için günlerce vicdan azabı çeker, pişmanlık duyar. Nihayet Suad’ın da kendisini sevdiğini anlayan Necib, bu hayatın aşksız, sevmeden, sevilmeden yaşanmayacağını düşünür. Kendi arzularını bütün ahlâkî değerlerin üzerinde gören Necib, aşktan başka her şeyin boş olduğunu, bu nedenle hayata sımsıkı sarılarak bundan olabildiğince zevk almayı ister. Romanın sonunda konakta yangın çıkar, herkes dışarıdadır, fakat Suad ortalıkta yoktur. Bu sırada Necib, Suad’ın içeride olduğunu öğrenir. Süreyya ve Necib alevler içindeki konağa girerler, Suad’ın iniltisini duyarlar. Alevler ve dumanlar bir anda her yeri sarar, Süreyya odaya girip girmemekte tereddüt eder, bu esnada Necib, dehşetle haykırarak içeri girer. Onun içeri girmesiyle tavan büyük bir çatırtıyla yıkılır. Necib ve Suad içeride kalır.

Hacer: Süreyya’nın kız kardeşi, Fatin’in karısıdır. Yeni evli olmasına rağmen kocasını sevmeyen, hatta ondan iğrenen bir kadındır. Halasının oğlu Necib’le, tek taraflı da olsa aşk oyunlarına girmekten çekinmeyen sorumsuz, hırçın, mutsuzluğundan dolayı aşırı kıskanç, genç ve güzel birisidir. Fırsat buldukça yakışıklı uşaklar da dahil olmak üzere, sokaktan her geçen erkeği kendisine bir sevgili adayı olarak görür. Necib’in Suad’a olan ilgisini anlayan Hacer onu çok kıskanır, sürekli iğneleyici laflar ederek Suad’ı sıkıştırır. Ulu orta, Necib’in sık sık gelmesinin Suad’a olan ilgisinden kaynaklandığını söyler, onları zor durumda bırakır. Hacer, âdeta onları göz hapsine alır. Bu arada Necib’le ev ortamında şakalaşıp cilveleşmekten de çekinmez.

Fatin: Hacer’in kocasıdır. Sırf babasının parası için Hacer’le evlenmiş kişiliksiz, cimri bir dalkavuktur. Ailede karısı Hacer de dahil kimse tarafından saygı gösterilmeyen birisidir. Fatin, bu durumdan şikayetçi değildir. Onun için insanî ilişkilerin hiçbir önemi yoktur. Ona, rahat ettiği ve para sızdırdığı sürece Beyefendinin himayesinde yaşayıp Hacer’e sözde kocalık etmek yetip de artmaktadır. Fatin-Hacer evliliği, bütünüyle yozlaşmış bir beraberliktir. Fatin’i Hacer için Beyefendi bulmuştur. Fatin sırf rahatı için, yani para için bu duruma katlanmaktadır.

Beyefendi: Süreyya ve Hacer’in babasıdır. Sadece kendisini düşünen, eşi ve çocuklarıyla olan ilişkisi sevgi ve saygı prensibine dayanmayan, ailedeki herkese hükmedebileceğini düşünen otoriter birisidir. Bir baba ve kocadan çok, bir efendidir. Hep kendi dediği olsun ister, kimsenin keyfi için bir saatini bile harcamaz.

Hanımefendi: Süreyya ve Hacer’in annesidir. Aile içinde sadakat, sabır ve şefkati temsil eden yüce bir kadındır. Kocasının, ailesinin geçimini sağlamaktan başka hiçbir görev yüklenmediği bu ailede, nesilleri birbirine bağlayan tek bağ ve ailenin manevî direğidir. Kocasının kahırlarına, meşakkatlerine, ilgisizliklerine, haksız davranışlarına yıllarca sabır göstermiştir. Ezik bir kadın olmasına rağmen, yıllarca ses çıkarmamıştır. Suad, ahlâkî yönden Hanımefendiyi çok beğenir, onun takdire layık yüce bir kişi olduğunu düşünür.


III. Eylül Romanının Mekanı

Eylül romanında olaylar üç mekanda yaşanır: bağ evi, Boğaziçi’nde kiralanan yalı, konak.

Bağ evi”, bütün ailenin yazı geçirmek üzere toplandığı şehirden uzak bir mekandır. Bu ev sıkıcı ve ıstırap çekilen bir mekandır. Burada Beyefendi-Hanımefendi, Süreyya-Suad ve Hacer-Fatin olmak üzere üç aile yaşamaktadır. Evin idaresi, otoriter bir kişiliğe sahip olan Beyefendi’dedir. Beyefendi, hemen herkese sudan sebeplerle bağırır. Bu mekanda kişiler özgür değildir, serbest hareket edemedikleri ve yalnız kalamadıkları için hayallerini gerçekleştirme imkanı bulamazlar. Bu nedenle, sıkıldıkları bu mekandan kaçmak, uzaklaşmak isterler.

Romanın ikinci mekanı “Boğaziçi’nde kiralanan yalı”dır. Burası herkesten uzak, unutulmuş bir yerdir, Süreyya’nın deyişiyle “fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak bir yuva”dır. İçi yarı döşelidir. Piyano bile vardır. Suad’ın babasından isteyip aldığı parayla bu yalı kiralanmıştır. Süreyya, karısı Suad ve halasının oğlu Necib bütün yazı bu yalıda geçirirler. Süreyya önceden beri arzuladığı denizine kavuştuğu için artık çok mutludur. Suad ise kocası sadece denizle, kendi özel uğraşlarıyla vakit geçirdiği için yalnız kalır. Suad ile Necib arasındaki aşk bu yalıda yaşanır.

Eylül romanının üçüncü mekanı ise “konak”tır. Kış mevsiminin gelmesiyle birlikte Süreyya ile Suad konağa dönerler. Beyefendi’nin azarları, Hacer’in sorgulayan bakışları, yasak aşktan kaynaklanan tedirginlikler nedeniyle konak adeta bir hapishaneyi andırır. Romanın sonunda konakta yangın çıkar, yasak aşkı yaşayan Suad ile Necib içeride kalır, yanarak can verirler.


IV. Eylül Romanının Zamanı

Mehmet Rauf’un Eylül adlı romanı 1900 yılında yayımlanmış. Bu roman, edebiyatımızda Servet-i Fünun (Edebiyat-ı Cedide) adı verilen döneme aittir.

Eylül romanında geçen olaylar bir nisan günü başlar, bir sonbahar gecesi konağın yanmasıyla son bulur. Olayların büyük bir çoğunluğu yaz mevsiminde yaşanır.

(www.yenimakale.com adresinden alıntıdır.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder