20 Aralık 2012 Perşembe

SODOM VE GOMORE İLE SÖZDE KIZLAR'IN KARŞILAŞTIRMALI OLARAK ÇÖZÜMLENMESİ


SODOM VE GOMORE – YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

Kitabın adına ilişkin bilgi

Sodom ve Gomore, Tevrat’tan aldığımız bilgiye göre Lut ve İbrahim devrinde, Filistin diyarının türlü ahlak bozukluklarıyla Tanrı’nın gazabına uğramış iki büyük şehridir: Tekvin’in on sekizinci bölümünde onların bahsi şöyle geçer:

‘‘Ve rab, sodom ve Gomore’nin feryadı çoğalıp onların günahı pek büyük olduğu için şimdi yere inip bana gelen feryada göre hareket edip etmediklerini göreyim, etmediler ise bileyim, dedi. O zaman İbrahim yaklaşıp iyileri de kötülerle beraber helak edecek misin? Belki şehrin içinde elli-altmış iyi kimse bulunur. Şimdi elli-altmış iyi için o mahalli affetmeyip de helak eder misin? Hâşâ ki sen iyi ile kötüyü bir arada öldürensin.’’

İşte, İstanbul düşman işgali altında bulunduğu sırada yazarın aklından geçen düşünceler bu doğrultuda idi.

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’NUN HAYATI

Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştiri türü yazılarla Türk Edebiyatı’nın sahnesine adım atmıştır. Romanları, hikâyeleri, denemeleri, oyunları ve anılarıyla en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup Kadri’nin 1910’dan 1947’e dek verdiği eserler Türkçenin geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri’nin Fransız edebiyatı etkisinde başlayan yazarlığı 1920’lerden sonra özgün bir sese kavuşarak, siyasi ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisi incelemelerine yönelir. Fecr-i Ati’den yetişmiş ama bunu izleyen elli yıl boyunca toplumsal koşullar, tarihi süreçler ve bireysel portreleri romanın dokusuna işlemek için roman tekniğiyle de boğuşmuş bir yazar olan Karaosmanoğlu’nun eserleri, hala tüketilememiş ayrıntılarının tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir ‘‘Panaroma’’dır.

 SODOM VE GOMORE

Captain Gerald Jackson Read, çok çapkın bir kişiliğinin yanı sıra askeri kimliğiyle de tanınırdı. Çekici ve yakışıklı bir genç olması, birçok kadınla beraber olmasına olanak sağlıyordu. Captain G.J. Read bu düzensiz ilişkilerden yorulmuş, sağlıklı bir ilişki kurmanın yollarını aramakta idi. Onun bu düşüncesi, Nişantaşı’nda oturan kıza sürüklemişti onu. Captain G.J. Read, kısa aralıklarla Nişantaşı’ndaki eve – bir anlamda Leyla’yı görebilmek için – gelirdi. Leyla, Captain G.J. Read ile yakın münasebetlerde bulunsa da tüm ailesi onu Necdet’in nişanlısı olarak görmekteydi. Leyla’da bir anlamda kendini Necdet’e ait görmekte idi. Leyla ile Necdet arasında söz konusu İngilizler olunca büyük tartışmalar çıkıyor, birbirlerini kırabiliyorlardı: Birbirleriyle kavga edip darılsalar da aralarında müthiş bir tutku ve bağlılık söz konusu idi.

Aşk her şeyden evvel hissi bir alışkanlıktır. Gözlerimiz belli bir güzelin gözlerine alışır; muhayyellerimiz belli bir hava içinde sarılı kalır; kalbimiz yalnız bir sesin, bir ismin tiryakisi olur ve işte, bunu değiştirmek zorunluluğu baş gösterince insan kendisini çırılçıplak soyulup evinden sokağa atılmış kimsesiz, avare yaşamaya mahkûm hisseder. Kendi kendine: ‘‘ Ben şimdi nereye gitsem, ne yapsam? ’’ diye söylenir. Artık âlemdeki vazifeleri ona sona ermiş gibi gelir. Bütün organizmasında, tıpkı sıcak bir memleket mahsulü olan bir ağacın soğuk bir iklime getirildiği vakit gösterdiği hazin can çekişme manzarasına benzeyen bir hal gelip çatar. İşte Necdet bütün bir boşlukta lüzumsuz bir şey halinde kalmanın ölümden beter acılığını yaşıyordu.

Leyla ile Necdet birbirlerine çok bağlı, fakat sürekli çatışan iki düşman gibiydiler. Gittikleri çay sohbetlerinde, akşamsefalarında ve daha birçok yerde tartışıyor hatta birkaç gün birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Yine o tartışmalardan biri geçmişti aralarında, fakat bu defa tartışmakla kalmayıp tırnaklarını, dişlerine birbirlerinin etlerine geçirmişlerdi. Bu kavga da uzun sürmemiş bir hafta kadar zamandan sonra yine bir araya gelmişlerdi. Necdet ile yanı sıra İstanbul’un sönük karanlıklarında gölgede kalmış daha birçok insan vardı. Azize Hanım ile Captain Marlow’da bu yitik gölgelerdendi. Azize Hanım’ın Captain Marlow ile yakınlaşmak istemesi pek de başarılı olmamışsa da bunu Azize Hanım’ın eşi Atıf Bey başarmıştı. İki adamın arasında çok ilginç ve bağlayıcı bir bağ vardı.

Hızla geçen zamanla beraber Leyla, hayatın onu bir yaprak misali savurup, rüzgârın şekillendirici kuvveti karşısında güçsüz bir hale düşmüştü. O adeta bir kış bahçesi çiçeğine dönmüştü. Ne yerinden kımıldamaya ne dokunulmaya ne de fazla bakılmaya tahammülü vardı. Sami Bey kızının bu durumuna çok üzülüyor, bir hal çaresi düşünmekle meşguldü. Sami Bey, Doktor Jean Prade’nin yanına giderek durumu anlatır ve bir hal çaresi bulması için ricada bulunur. Doktor yaptığı incelemelerden sonra Leyla’nın görünürde bir rahatsızlığının olmadığını; sadece psikolojik bir yorgunluk ve stresli bir ruh halinin onu sardığını dile getirir. Leyla’nın bu hastalıklı durumu birkaç doktor tarafından daha tasdiklenmiş ve hal çaresi olarak; rahat, sakin ve sessiz bir yerde dinlenmeye çekilmesini, daha doğrusu bir seyahate çıkmasını uygun görmüşlerdi. Sami Bey’in bu maddi gideri karşılayacak bir durumu yoktu. Durumdan haberdar olan Necdet maddi giderin bir kısmını üstlenmeyi kendisine görev saymıştı, fakat bir şartla Sami Bey ile aralarında gizli kalmak koşuluyla.

Aşığın psikolojisi ne kadar karışık ve esrarlı bir şeydir! Sevdiğimiz vakitlerde sanki ruh derinleşir, derinleşir; öyle bir derinleşir ki, adeta göz karartıcı, baş döndürücü bir hal alır; bunun derinliklerine inmek ne başkaları ne de kendimiz niçin artık kabil olmaz. Leyla Avrupa’ya gidene kadar Necdet tam bir kayıtsızlıkla ona bağlı kalmış, gittiği andan itibaren de ilk sevdalı zamanlarındaki gibi hummalı bir ıstırap içindeydi. Necdet o andan sonra hayatın bütün manasını kaybettiğini varsayıyordu. Onun için artık ne güneş gündüzü, ne de hilal geceyi aydınlatıyordu. Dünyası karanlık bir zindanın koytu bir köşesindeydi sanki.

Necla Napoli yakınlarında yeşil, sakin ve sessiz bir dinlenme köşesindeydi. İlk zamanlar çok sıkılmış, gidecek hiçbir yerin olmadığını varsaymıştır, fakat az bir süre zarfından sonra bir daha dönmek istemeyecek bir tutku ile bağlanmıştı.

Anadolu’nun ve özellikle de İstanbul’un işgal altında olması ve İngiliz, Amerikan zabitlerinin Necdet’in gözleri önünde bu vatana, bu millete, işkence ve zulüm etmesi katlanılmaz bir acıydı. Her şey olacak! Necdet’in muhayyilesinde bu sözün uyandırdığı levha kan ve ateşe bulanmış bir ufuktu. Bu ufuk, önce, uzakta şafak renginde bir çizgi iken yavaş yavaş bu şehrin etrafını bir cehennem çemberi gibi saracaktı. O vakit İstanbul, bu koca şehir, bu çağdaş sodom, bu asi gomore çıtırdayarak her tarafından tutuşup yanmaya başlayacaktı. Necdet o anda ki düşünceleri bu şekildeydi.

Necdet’in çok yakın arkadaşı Cemil Kami Bey Ankara’dan İstanbul’a gelmişti. Türklük ve milli duygulara içtenlikle bağlı olan bu iki genç, Anadolu’nun içinde bulunduğu vaziyet üzerinde düşünmekte bir yol aramaktaydılar. Onların modern silahları, gelişmiş bir teknolojileri yoktu, fakat yüreklerinde imanla dolu bir cesaret, bir sevda var idi. Bu inançlı kalpleri onları yanıltmamıştı, milis kuvvetlerin başarısı her geçen gün artmakta idi. Düşman Anadolu’dan çekiliyordu, İstanbul’da bulunan itilaf kuvvetleri korku ve endişe ile geri çekiliyordu. İngiliz komutan Captain G.J. Read’in annesine yazdığı mektup, onların bu Türklük ve iman karşısında nasıl hayrete düştüklerini dile getiriyordu.

İstanbul’da dört yıla yakın bir zamandır bulunan Captain G.J. Read; İstanbul’un kadınlarını annesine yazdığı şu mektupta şöyle anlatmaktadır: ‘‘Namusum üzerine yemin ederim ki, kadınlar üzerindeki nüfuz ve tesirimi hiç kötüye kullanmadım. Bana kendi ellerinizle hazırlayacağınız saf ve temiz nişanlıya elmas gibi arınmış gibi bir yürek saklıyorum. Buranın kadınları çok şuh ve havaidir. Eğer onlardan hoşlandığım anlar olmuşsa, onları mutlaka güzel bir Ankara kedisi veya mercan gagalı bir güvercin gibi sevip okşamışımdır.’’

Kadına düşkün ve çapkınlığıyla bilinen Captain G.J. Read’in bu ifadeleri, aslında İstanbul kadının onun gözündeki değerini ortaya koymaktadır.

Gittikçe işgalci güçler İstanbul’dan temizleniyordu. Bu temizlik yalnız İstanbul sokaklarında değil, aynı zamanda Necdet’in kalbinin derinliklerinde de meydana geliyordu. O kadar değişmişti ki, Leyla döneli epey bir zaman geçmiş olmasına rağmen hiç umursamıyordu onu. Artık eskisi gibi tutku ve heyecanla Leyla’ya bağlı bir Necdet yoktu. Leyla’nın sevgisinin yerini, vatan ve millet, hürriyet gibi duygular almıştı. Necdet’in çok yakın arkadaşı Cemil bu sevda uğruna şehit düşmüştü.

Necdet’in Leyla’ya karşı beslediği o müthiş duygular tamamen değişmişti. Bir zamanlar Necdet’te olağan duygular meydana getiren, onun için büyük anlam ve değer taşıyan her şey şimdi bomboştu. Necdet’i karşısına almış konuşmaya çalışıyor fakat kendini kaybedip hızla onun dudağına yapışmıştı Leyla, fakat Necdet’in ağzı Leyla’nın öpüşü altında kilitli kaldı. Leyla kas katı bir heykel gibi olduğu yere yıkıldı. Necdet onu bir sedirin üzerine bıraktıktan sonra tokmağını çevirdiği kapının aralığından bir hayal gibi süzüldü. O öpüşten geriye dudaklarının üstünde kalan tek şey kimyevi bir maddenin yavan tadı idi.

            KİŞİLER

Captain Gerald Jackson Read: Genç bir İngiliz zabitidir. Yakışıklı ve çekici bir karaktere sahiptir. Altın gibi sarı saçları ile tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başarmaktadır. Gönül ve aşk işlerine, zevke ve eğlenceye düşkündür.

Leyla: bakımlı, ince yapılı, dikkatleri üzerine çeken güzel bir İstanbul kızıdır. Sosyete ve hovardalığı, eğlence ve zevki çok sevmektedir. Hayatı alışıla gelmişten faklı olarak yaşamak istiyordu, fakat o hayatın derin ve kuytu köşelerinde yolunu kaybetmiştir.

Captain Marlow: Captain G.J. Read’in çocukluk ve samimi dostu olmasının yanı sıra kışla arkadaşıdır. Aynı zamanda mektep ve üniversite arkadaşıdır. Gönül ve keyfi rahatına düşkün eğlenmekle meşguldür.

Sami: İngiliz hayranı bir baba, Leyla’nın babasıdır. Kızının İstanbul’un sefil sokaklarında kaybolmasına seyirci kalmış, değişim denen olgunun onları, tüm ailesini parçalamasına engel olamamıştır.

Cemil: Yurtsever bir vatanın esir düşmesine katlanmayacak kadar onurlu, güçlü, iri yapılı birdir. Necdet’in yakın arkadaşıdır.

Necdet: Leyla’nın dayısının oğludur. Mutaassıp bir İngiliz düşmanıdır. Bir İngiliz’e uzaktan selam vermek, bir İngiliz’le ahbaplık etmek, bir İngiliz’in bulunduğu topluluğa girmek, hatta tramvay ve vapur gibi umumi yerlerde bir İngiliz’in yanına oturmak bile bu genç adam için dayanılmaz bir azap olurdu. Tahsilinin bir kısmını Fransa’da, bir kısmını da Almanya’da yapmıştır. Kültürlü ve bilgili bir gençtir. Utangaç ve içine kapanık bir kişiliği vardır. Türlük duygusuna bağlıdır. Necdet, karamsar sorunlar arasında sıkışmış, kendisine karşı öz güvenini kaybetmiş biridir. Birçok şeyin farkında olmasına rağmen yapmaya cesaret göstermemektedir.

Nermin: henüz on yedi yaşında olmasını karşın, olgun görünmeye çalışan ve on sekizine girmesine az bir süresi olan genç bir kızdır. Çevresi tarafından hiçbir zaman olgun bir kadın gibi görülmemiş, hep ufak, şımarık çocuk edası ile anılmıştır. Güzel ve hoş bir kız olmasının yanı sıra şuh ve işveli bir kızcağızdı. Sahip olduğu onca güzelliğin yanında bir de kusuru bulunmakta idi: o da kibri ve gururuydu. Bu kusur ona her tarafı dikenli ve sert kabuklu bir meyve hali veriyordu.

Atıf Bey: Azize Hanım’ın müstakbel eşidir. Otuz iki-otuz üç yaşlarında olmasına rağmen, ancak yirmi beş-yirmi altı yaşlarında görünen yakışıklı bir adamdı. Uzun ve kalın bir burnu vardı; çok derin kırpılmış bıyıklarının keskin çizgisi altından aşağıya sarkan kalın etli ıslak dudakları vardı.

Azize Hanım: Hayatın derinliklerinde yolunu kaybetmiş, Atıf Bey ile evli fakat gönlü hep dışarılarda olan bir kadındı. Özellikle Captain Marlow’un peşinden sürüklenmekten kendini alıkoyamaz, zevk ve eğlence uğruna birçok şeyi göze almaktadır.

Madam Jimson: Beyrut’taki bankası topu attıktan sonra gelip İstanbul’da Moda’da yerleşen maceracı bir Suriyeli katoligin adıyla sanıyla El-Biruni Bey’in kızıdır. Evli olduğu halde kaçamak ilişkiler yaşamaktan kendini alıkoymayan, zevke ve eğlenceye düşkün bir kadındır. Aşırı süs ve boyanın altında teninin güzelliği sönmüş, güzel görünmek uğruna kendine zarar vermiştir.

Doktor Cemil Kami: Türk milli benlik ve duygularına içtenlikle bağlıdır. Olaylara, olgulara doğru ve akılcı bir tavırla yaklaşır. Necdet’in çok yakın arkadaşıdır. Milli duygulara olan bağlılığı onu Ankara’dan İstanbul’a kadar sürüp getirmiştir.


SÖZDE KIZLAR - PEYAMİ SAFA

PEYAMİ SAFA’NIN HAYATI

Peyami Safa, İstanbul’da doğmuştur. Meşhur şair İsmail Safa’nın oğludur. Düzenli bir öğrenim görmemiş olmasına rağmen, kendi kendisini yetiştirmiştir. Hayata henüz on üç yaşında iken Posta Telgraf Nezareti’nde çalışmaya başlayarak atılmıştır. Hayatını daha çok yazdığı yazılarla kazandı.

Peyami Safa halk için yazdığı, edebi değeri olmayan romanlarını ‘‘ Server Bedi  ’’ imzası ile yayınlamıştır. Peyami Safa’nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem vermiştir. Toplumdaki ahlak çöküntüsünü, medeniyetin ortaya koyduğu bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu v düşünce tezadını eserlerinde ustaca işledi.
  
SÖZDE KIZLAR

Genç bir kız yani Mebrure’nin sessiz bir gecenin karanlığında başlayan hayat hikâyesine başlamak üzereyiz. Büyük ve gizemli şehir İstanbul, Mebrure üzerinde nasıl bir etki bırakmaktadır? Saf ve temiz bir kız olan Mebrure İstanbul ile karşılaşınca daha doğrusu İstanbul’un insanı ile karşılaşınca, sözde kızlar diye nitelendirdiğimiz bir hale nasıl geldiğini konu edinmekteyiz burada.

Mebrure karşılaştığı bir taksicinin onu bıraktığı köşkte sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini açtı. Konağı ve konağın hanım kızı Nevin’i tanımaya çalışıyordu. Biraz şaşkınlık biraz da hayret içinde, utanma duygusunun etkisi altında Nevin Hanım’ın konuksever tutumu karşısında eziliyordu. Bazen her şeyi geride bırakıp gitmeyi düşünüyordu, ama bunu yapamazdı; çünkü İstanbul’da kimsesi yoktu. Doğrusu Mebrure, köşkte sıcacık yatağı, nefis yemekleri ve şık kıyafetleri terk etmek istemiyordu. Mebrure’nin İstanbul’a gelmesinin asıl nedeni nedir? Yunanlıların İzmir’i ve Manisa bölgesini işgal etmesi üzerine, güçbelâ oradan kaçıp Bursa’ya varmıştır. Bursa’da annesinin üvey dayısı Hüseyin Bey’in yanında biraz kaldıktan sonra daha fazla yük olmamak için ve özellikle de babasını bulmak ümidi ile büyük şehir İstanbul’un yolunu tutmuştur.

Mebrure’nin babası da Mebrure gibi yunan işgalinden kaçmaya çalışmıştı, fakat ölü ya da sağ olduğunu kimse bilmiyordu. Mebrure babasından haber almak, sonunun ne olduğunu öğrenmek için İstanbul’da bir muhacirin yanına gitmektedir. Kısa bir süre ve detaylı bir aramadan sonra Mebrure, muhacir binasının önüne gelir, babası İhsan Efendi hakkında detaylı bir araştırmadan sonra memurlardan biri ona ait bir şeyler bulduğunu söyler, tam o sırada Mebrure’nin kalbi yerinden çıkacakmış gibi olur, soluk alışverişi hızlanır heyecanla ne olduğunu sorar. Babası İhsan Bey’in defterdeki kaydı İstanbul Davutpaşa’yı göstermektedir. Mebrure’nin babasından başka hiç kimsesi yoktur, bu denli bir heyecan yaşaması ondandır. Mebrure doğruca Davutpaşa’ya varmak üzere yola düşer. Davutpaşa’ya varan Mebrure, orada gördüğü bir memura babası ile ilgili birkaç sual sorar, fakat memur, babasının beş altı ay önce orandan ayrıldığını söyler. Babasına ulaşma umuduyla çarpan kalbi şimdi suskun ve hırçın idi. Memurun biri Mebrure’nin anlattıklarına kulak misafiri olmuş, yanına gelerek İhsan Bey’in Zeytinburnu’nda bir fabrikada işçi olarak yazıldığını söyler. Mebrure, tam Zeytinburnu’na doğru gidecekken fark etti ki karanlık çökmüştü. Köşktekilerin merak edeceklerini düşündüğünden köşke doğru gitti.

Mebrure köşke geldiğinde Nazmiye Hanım yani Nafi Bey’in eşi ile karşılaştı. O gün yaşadıklarını tek tek anlattı. Çok geçmeden genç ve asi, yakışıklı bir delikanlı soğuk bir eda ile salona girdi. Bu genç Nevin’in kardeşi Behiç idi. Behiç, Mebrure’ye ona ait bir resim göstereceğini söyleyerek onu kendi odasına çıkarır. Odaya geldiklerinde Mebrure resim ile karşılaşacağını beklerken, Behiç onu avuçlarının arasına alıp dudaklarına doğru bir hamleye girişir, neyse ki Mebrure kendini onun elinden kurtarmayı başarır, uyumak üzere kendisini odasına kapatır. Bunun üzerine Behiç her zamanki kurnazlığını kullanarak kendini affettirmenin yollarını düşünüyordu. İlk iş olarak bileğini incittiğini ve ovması için Mebrure’ye gider. Mebrure Behiç’ten çekinse de ısrarlarına dayanamaz ve bileğini ovmayı kabul eder.

Mebrure daha sonra babası ile ilgili haber almak için Zeytinburnu’ndaki fabrikaya gitti. Babası orada çalışmıştı fakat yirmi gün önce oradan ayrılmıştı. Mebrure’nin umutları bir kez daha yıkılmıştı.

Günlerden bir gündü, Nevin’in kabul günüydü. Bizim saf kızımız Mebrure zarafet ve zevkin, eğlencenin tesiri altında kalmış, babasını unutmuş lüks hayatın esiri olmuştu. Vakit akşama doğru yaklaştıkça Nevin’in misafirleri gelmeye devam ediyordu. Salonda şaşalı ve alaylı bir hava vardı, müzik, sohbet ve oyunlar oynanıyordu. Kıskançlıklar net bir şekilde kendini belli ediyor, salonda bir kovalamaca yaşanıyordu. Bütün bu eğlencelerden ziyade Behiç müthiş bir plan hazırlamış ve sinsi oyunlar oynamaya hazırlanıyordu. Siyret, Güzideyi bahçede oyalarken Behiç Mebrure’nin odasına “kitabımı unuttum”  maksadıyla gidecek ve ona sahip olacaktı. Saat gece yarısını geçmiş herkesin üzerine bir uyku hali çökmüştü. Mebrure, Behiç’in odasına bıraktığı romanı okumaya başlamıştı bile. Behiç tam o sırada kapının önünde idi, fakat daha önce hiç yaşamadığı bir korkuya kapılmış, heyecan içinde ne yapacağını unutacak hale gelmişti. Mebrure çalan kapının üzerine, şaşkın ve uykulu gözlerle kapıyı açtığında, Behiç hemen içeri daldı. Aralarında geçen kısa bir konuşmanın ardından Behiç amacını gerçekleştiremeden odadan çıktı. O sırada Belma’nın yalnız karanlıkta oturduğunu fark etti ve kurnaz adam onun yanına gitti. Mebrure odasında yalnız düşünmeye başlamış, yaşadıklarına bir anlam vermeye çalışıyordu. Mebrure için köşk; büyükten küçüğe, kadından erkeğe, tüm o köşk hep sefih zevk düşkünü, hafif meşrep insanlarla dolu. Bunlar dümeni kopmuş, fireni patlamış bir otomobilin içinde yüksek dik bir bayırdan aşağıya alabildiğine giden, Varta’yı ya hissetmeyen ya da seve seve kabul eden insanlara benzetiyordu. Mebrure’ye göre bütün bu insanlar, şu evde yalnız birbirlerine zevk, eğlence ve heyecan vermek için bir araya gelmişlerdi.

Mebrure, köşkte sürekli korku içindeydi. Behiç’in kendisi için bir tehlike teşkil ettiğini biliyordu. Mebrure kendi iffetine, namuskârane, mukavetine emindi, fakat şunu çok iyi biliyordu ki; her insanın zaafları ve iradeden mahrum kaldıkları zamanlar vardır. Her insan bu zamanlarda bir manyetizmacı karşısında şuurunu kaybetmiş hastaya benzer, kendine malik değildir, düşünemez, düşünse de tabi zevkleriyle mücadele edemez, mücadele etse de galip gelemez.

Sabah olduğunda Mebrure Nadir Bey ile muhacirine doğru gitti. Bir haber alamaması üzerine Nadir’in evine gittiler. Nadir’in annesi Hayriye Hanım ile Mebrure birbirine çok ısınmıştı, ayrıca Mebrure hayatının dönüm noktası sayılacak bir kişi ile tanıştı, Fahri Bey.

Behiç ile Siyret, sinsi planlar yapmaya devam ediyorlardı, Mebrure’yi nasıl tuzağa düşürecekleri üzerine düşünüyorlardı. Behiç plan değiştirmiş, Mebrure’ye zorla sahip olmak yerine onu güzellikle elde etmeyi düşünüyordu, yani Behiç, uslu ve akıllı adam rolünü oynayacaktı gerçek hayat sahnesinde. Behiç’in oyununun bir parçası olan Nevin ile Siyret, Mebrure’ye sürekli olumlu telkinde bulunuyorlardı.

Birkaç gün aradan sonra Mebrure, Nadir ile buluştu, beraber Fahri’ye gittiler. Mebrure hem Fahrinin evini hem de konuştuğu sözcükleri bir bir değerlendirip, üzerinde düşünüyordu. Ona göre Fahri; şehirlilerin adiliğine ve yabancılığına karşı taşranın kokusunu barındıran lekesiz ve temiz, biraz saf amma zeki bir insandı. Sözün arasında Behiç’in adı geçince, anlaşıldı ki Behiç Mebrure’yi etkilemiş, rolünü iyi oynamıştı. Mebrure köşkte insani duygulara sahip tek kişi olarak Behiç’i gösteriyordu, oysa bilse ki… Nadir bey için o köşkte yaşayanların hepsi sözde kızlardı. Ona göre sözde kızlar iki amaç için yaşardı; aşık olmak ve koca bulmak, sözde kızların aradığı aklı az parası çok bir koca, aşık ise genç ve zeki olmalıydı. Kısa bir sessizlikten sonra Fahri, Manisa’yı şu sözlerle anlattı: “Manisa’da dağlara çıkardım. Bir defasında bir grup seyrettim Mebrure Hanım, size bahsetmiştim. Asya’nın güzel batılarından biriydi. Mebrure Hanım… Çepeçevre dağlar arasında Manisa, akşamları
morararak susar; ince rüzgârlarla dağılan seyrek ezan seslerinden sonra belde sonsuz bir sükûta dalar karanlık basınca, yamaçtaki evlerde cılız petrol lambalarının titrek ışıkları görülür. Bu güzel bir şeydir Mebrure Hanım. Manisa’nın kimsesizliğine, sahipsizliğine, temiz kalpli insanlarına en yaraşan şey bu pürüzsüz ve devamlı sükûttur. Bu karanlıkları sevmiş ve kabul etmiş evlerin loşluğudur, Mebrure Hanım.”

Behiç, Fahri’yi kıskanıyordu. Mebrure’yi Fahri’den uzaklaştırmanın yollarını düşünüyordu. Nihayet Fahri gibi o da Mebrure’ye bir gezinti teklif etmeye karar verdi. Mebrure ısrarla reddetse de Behiç onu ikna etmeyi başardı. Mebrure hem istekli hem de onu saran bir korku içinde idi. Evden çıktıkları sırada bir gölgeyi fark ettiler. Fakat kim olduklarını göremediler. Araba ile giderken arabaya birinin takıldığını Mebrure fark etti ve korku ile irkildi, ama neyse ki arabaya takılan kişi arabadan atlayıp karanlıkta kayboldu. Kim olduğunu kimse görememişti. Köşke döndüler ve çok geçmeden, Nevin rolünü üstlenmiş, Mebrure’yi karşısına alıp müthiş vaatlerde bulunuyordu. Nevin ne yapıp edip Mebrure’yi Behiç ile evlenmeye ikna etti. Sabah olduğunda Mebrure önce Nadir’e, oradan da Fahri’ye gitti. Fahri’ye izdivaç kararını açıklayınca, Fahri’nin gözlerindeki parıltı sönmüş çok kötü bir yüz ifadesi takınmış ve korku içinde kalmıştı. Kısa bir sessizliğin ardından Mebrure oradan ayrıldı. Köşke geldiğinde onu büyük bir kalabalık karşıladı. Mebrure o akşam birçok şeyi geride bırakarak, kendisine uzatılan bir kadeh likörü içmeyi reddetmedi ve ardı sıra geldi arkasından kadehler. Sabahleyin Mebrure muhacirine gitti. Orada Nadir ile karşılaştı. Nadir; Salih’in akıl hastanesine yatırıldığını, Belma’nın da yataklara düştüğünü ve son arzusu olarak Mebrure ile konuşmak istediğini söyledi.

Nadir ile Mebrure,  Belma’nın evine geldiler. Belma’nın odasına yalnız Mebrure çıktı ve onların dışında evde bir tek Nadir vardı. Belma Mebrure’yi görünce yüzüne renk, gözlerine bir parıltı gelmişti. Belma’nın Mebrure’yi eve çağırmasının asıl amacı, onu uyarmak, Behiç ile olan izdivaçtan vazgeçirmekti. Belma’nın anlattıklarını bir bir dinliyor, pürdikkat kesilmiş, anlatılanları Behiç’in yaptığına inanmak istemiyordu. Behiç, insan olamazdı. Bir insanın saf ve temiz hayatının nasıl lekelendiğine ve yok olup gittiğine bizzat tanık oluyordu Mebrure. Uzunca bir konuşmadan sonra Belma ilaç niyetine zehir içti. Artık gözlerini hayata yummak üzere idi ama mutlu idi, gözleri parlıyordu. Çünkü kendisi gibi sönecek, yok olup gitmeye yüz tutacak gencecik bir hayatı kurtarmıştı, Mebrure’yi içinde bulunduğu hayattan kurtarmıştı. Belma geride onca şeyi saf ve temiz başlayan, ailedeki saadetini zevk ve eğlenceye adamış, daha sonra acılar içince yataklara düşmüş ve tüm her şeyi geride bırakarak gözlerini yumdu. O günün gecesinden köşkün bütün ışıkları açılmış, büyük bir eğlence tasarlanıyordu. Her zamankinden farklı o gece köşktekiler çok eğleniyor, oynadıkları oyunlarla kendilerinden geçiyorlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir ses salondaki herkesi endişelendirdi, tüm dikkatler kapıya toplanmış, kim ya da kimlerin geleceği bekleniyordu. Fahri, Nadir ve Mebrure soğuk bir rüzgâr gibi salonun ortasına kadar ilerlediler. Çok gergin ve imalı bakışlarla beraber Belma’nın ölüm haberini vermelerinin ardından karanlığın içinde sis gibi kayboldular. Salonun tüm eğlence havası gitmişti. Herkes düşünceli ve yanındaki ile konuşur haldeydi. Behiç sabaha kadar uyuyamadı, mahkeme koridorları sürekli gözlerinde canlandı durdu. Mebrure ve Fahri o gece Nadir’de kaldılar. Üçünün arasında uzunca bir konuşma geçti, yaşanılan onca şeye bir anlam vermeye çalıştılar.

Sabah olmuştu, yaşanılan her şeyi geçmişte bırakarak, geleceğe doğru uyanılan bir sabahtı. Mebrure doğruca muhacirine gitti. Babası ile ilgili bir haber vardı, hem de kesin bir haberdi. Mebrure’nin kalp atışları hızlanmış, heyecandan yerinde duramıyordu. Sürekli düşünüyordu, biraz sonra ya bu koridorun tamamı başına yıkılacak yahut sevinçten o koridordan taşıp, havalara uçacaktı. Haberi almak için müdürün odasına ilerledi. Müdür: “Baban sağ kızım.” deyince, Mebrure’nin gözlerinden parıltılar çıkıyor, heyecan içinde, sevinçle, ağlamaklı ve gülmeli bir hal sarmıştı onu. Babası bir mektup bırakmıştı ona. Tekrar tekrar okuyup bir türlü elinden bırakmak istemiyordu mektubu. Her şey çok güzeldi artık.

Belma zabıta ulaştırılması gereken, tüm gerçeklerin yazılı olduğu bir zarf bırakmıştı kendisinden geriye. O zarf zabıtaya ulaşmıştı, çok geçmeden Behiç’i tevkif ettiler.

Mebrure babasının bıraktığı mektuptan Nadir ile Fahri’ye bahsetti, ikisi de çok şaşırmıştı. Mektupta Mebrure’nin Anadolu’ya gideceği de belirtilmişti. Muhacirin görevlendirdiği bir memur ile gitmesi gerekiyordu fakat o bunu kabul etmemişti, öyle ise kiminle gidecekti? Özellikle de Fahri Mebrure’nin kiminle gideceğini çok merak ediyordu. Mebrure ile Anadolu’ya giderken yol boyunca arkadaşlık edecek ve ayrıca bundan sonraki tüm hayatını paylaşacak o kişi Fahri idi. Mebrure’nin yüzü kızarmıştı.

KİŞİLER(Karakterler)

Mebrure: Tuhafiyeci İhsan Efendinin kızıdır. İstanbul’un Beşiktaş semtinde doğmuştur, fakat annesinin vefatı üzerine henüz on bir yaşında iken babasının kararıyla Manisa’ya yerleşirler. Babasıyla beraber yaşamaktadır, başka da kimsesi yoktur. İzmir’de tahsilini yapmış, yedi yıl boyunca orada bulunmuştur. Biraz saf ve temiz kalpli, iyi niyetinden dolayı İstanbul’un sefil ve laubali insanları arasında eriyip gitmek üzere iken son anda kendini kurtarıverir. Genel olarak babasını aramakla geçer hayatı. Acıyı, üzüntüyü, korkuyu, heyecanı ve birçok duyguyu aynı anda yaşamaktadır.

Behiç: Orta boylu, sarışın, küçük ve yuvarlak başlı, bıyıksız bir gençtir. Ne yaptığını bilmeyen, budala, tecrübesiz bir insan olmak şöyle dursun, etrafında herkesin zaaflarını çok iyi anlamış, herkesi gülünç ve manasız görebilmiş, kendi arzularına göre yaşamanın sırlarını keşfetmiş bir mahlûktur. Kendi aklına göre yaşamasını, iyi yaşamasını biliyor, harikulade zeki bu genç adam, bir karikatür, gülünç bir insan değil, belki şaşkın ve tehlikeli zekâsı ile korkunç ve zararlı bir mahlûktu. Yalancı, sahtekâr, hodbir ve nankördü.

Nevin: Yirmi beş yaşına yaklaşmış güzelce genç bir kızdır. Aynı zamanda Behiç’in kız kardeşidir. O öyle bir hal almıştı ki, gözlerini dolayan buruşuklarla adeta beş çocuk doğurmuş bir kadını andırıyordu. Zevk ve eğlenceyi hayatın gerçek anlamı saymış, asıl mutluluğun ve güzelliğin tadına varamamıştı. Napolyon adında sevimli bir köpeği vardır.

Fahri: İstanbul’u çok iyi tanıyan, Nadir Bey’in de samimi arkadaşıdır. Yirmi yedi- Yirmi sekiz yaşlarında, yüzü yanık, gözleri patlak, anlının etleri büklüm büklüm olmuş, başı, elleri ve ayakları büyük, bütün vücudu titrek, üstü başı dağınık, samimi ve laubali bir gençtir. Çok saf ve temiz kalpli bir gençtir. Postanede memur olmasının yanı sıra hiç kimsesi de yoktur.
Nadir(Nadir Şekip Bey): Sürekli Mebrure için bir şeyler yapmaya çalışan, temiz kalpli ve iyi bir insan olmasının yanı sıra Fahri’nin de çok samimi arkadaşıdır. Zeki ve açık fikirli bir görüşe sahiptir ayrıca Duyumu Umumiye’de memur olarak görev yapmaktadır.

Nazmiye: Behiç ile Nevin’in annesidir. Kurnaz ve kötü planlarını insanların üzerinde denemekten hiçbir rahatsızlık duymayan, eğlence düşkünü bir kadındır.

Siyret: Behiç’in çok samimi yakın arkadaşıdır. Çapkın ve kurnaz bir kişiliğe sahip olmasının yanı sıra sinsi ve üçkâğıtçı bir karaktere sahiptir.

Güzide: Yaşı küçük, ilk gençliğin kaynayan hassasiyeti, hayata parıltılı gözlerle bakan genç bir kızdır. Yaşı küçük olduğundan daha birçok şeyin farkında değildir. Siyret’e büyük bir hayranlık beslemektedir. Mütereddi bir annenin mütereddi dostları arasında büyümüş, düşüncenin yollarını şaşırmış, tabi şevklerine mağlup bir kızcağızdır.

Belma ile Salih: Kardeştirler. Şık ve süslü, eğlenceli bir hayat tarzları vardır. Belma’nın tiyatroya, sinemaya, aktrise inanılmaz bir düşkünlüğü vardır; bu düşkünlüğü yüzünden Behiç onu kullanmaktadır. Aslında Salih ile Belma iyi ve fakir bir ailede yetişmiş olmalarına rağmen sonradan vurdumduymaz bir tavır almışlardır. Belma’nın asıl adı Hatice’dir. Düşkün olduğu sosyetik hayatın uğrunda gençliği sönüp gitmiştir.
  
SODOM VE GOMORE – SÖZDE KIZLAR

Sodom ve Gomore ile sözde Kızlar yüksek zümre, üst tabaka insanının içinde bulunduğu ahlaki çöküşü ele almaktadırlar. Genel olarak eserlerin bir tabaka insanı konu edinmesi toplumsal bir farklılığın olduğunu göstermekte ve dikkatleri ö yöne doğru çekmektedir. Zevkin ve eğlencenin gölgesinde kalan insanların hayatı, sıradan insanların yaşamlarını ele almaktadır bu eserler. Bugün dahi tazeliğini koruyan bu iki eser; ibret levhası şeklinde yansıtılmaktadırlar. Konunu ana teması ile olayların merkezi İstanbul’un adı altında geçtiği sanılsa da, aslında bütün bir Anadolu, bütün bir toplumsal ahlaki çöküş ele alınmıştır. Bu iki eser arasında fark mıdır, tabi ki vardır; fakat büyük çapta bir farlılık değildir bu. Eserler birçok açıdan benzer özellikler göstermekte ve olaylar arasında zincirleme bağlantılar kurulabilmektedir. Yer ve zaman kavramlarından hareketle ve kişilerin karakterlerinin temel özelliklerinden yola çıkarak arlarında ortak bir çözümleme yapılabilir. İki eserde yaklaşık olarak aynı çağa hitap etmektedir. Bir toplumun içinde bulunduğu buhranlı ve yıkıcı ahlaki bozukluklardan yola çıkmışlar, gelenek ve görenek, temel kültürel yapının üzerinde durmuşlardır. Yazarlar, olayların birbiri ile olan bağlantısını, ilişkisini ve yakınlığını yalın ve anlaşılır bir üslupla ifade etmişlerdir. İki eserin arsında temel benzerliklerden biri de aynı konuyu işlemeleridir, işgal altındaki bir toplumun ahlaki bunalımı ele almışlardır.

Sözde Kızlar, toplumsal ahlaki bir çöküşü ele alırken; aynı yapı ve aynı koşullar altında incelemeye almıştır. Kahramanların tümü aynı toplumun ve kültürün bir parçasıdır. Sodom ve Gomore’de ise; farklı kültür, dil ve iki farklı gelenek ihtiva edilmekte ve sürekli bir çatışma söz konusudur. Özellikle bu iki eser’in kendilerinden önceki dönem ile sonra ki dönemin bir çatışmasını gözler önüne sermektedir. Çağın ve modernite kavramının toplumsal hayattaki yerini apaçık olarak ortaya koymaya çalışarak, dönemler arası faklılıklarla beraber kahramanların ifadelerine anlam yüklenmiştir. Eserler karşılaştırmalı bir toplum yapısını sergilemektedir. İki farklı dönemi tasvir ve çözümlemelerle, kahramanların karakteristik özellikleriyle beraber ele almışlardır. Özellikle çatışma kavramının burada yer edinmesi ve üzerinde sıkça durulan bir terim olmasının nedeni, her iki eserin de toplumsal hayatın gerçek kesitlerinden somut örnekler vermesidir. Kişiler o kadar iyi ruh çözümlemeleri ile alınmıştır ki gerçek hayatta onlarla karşılaşmak sanki her an mümkünmüş gibi görünmektedir. Eserlerin temel özelliklerini, dönemini, içeriğini ve daha birçok kavramı kahramanların kişilikleriyle ele almak anlamayı daha olanaklı kılacaktır.

Sözde Kızların temel, başta gelen kahramanı saf ve temiz bir olan kız Mebrure’dir. Eser daha çok, Mebrure’nin toplumsal modernite kavramı bağlamında hayatında meydana gelen değişmeleri ve gelişmeleri konu edinir. Mebrure nasıl bir kızdır? Mebrure İstanbul’a gittikten sonra hayatında değişmeler meydana geldi mi? Onun asıl zaafı ne idi, gibi soruların cevabını merak etmemek elde değil doğrusu. İstanbul’a henüz yeni geldiği zamanlarda saflığından ve sadeliğinden hiçbir şey eksilmemişti, fakat bu durum çok sürmedi. Üst tabaka, yüksek kesim olarak nitelendirdiğimiz insanların arasında güzelliğini ve aklını her gün biraz daha yitiriyordu. Karakteri bambaşka kişiliğe bürünmeye başlamıştı. Değişen Mebrure mi idi yoksa başka bir durum mu söz konusu idi? Elbette ki zamana olgusal nedenlere bağlı olarak insan değişir, özellikle de çevrenin etkisiyle karakteri biçimlenir. İşte, Mebrure de bu karakter değişmesine bağlı olarak her gün bir başka şekilde gözlerini açıyordu. İstanbul’a henüz yeni zamanlar o iğrenç ve tiksindirici hayatı yavaş yavaş benimsiyordu. Hızla geçen bir zamanın ardından o kendisinin zevk ve eğlencenin peşinde koştuğunu göremeyecek kadar kör olmuştu.

 İstanbul’a esas geldiği amacın nedeni olan, yaşadığı hayatta biricik tek yakını ve onun her şeyi mahiyetindeki babasını bile bazen unutuyordu. Mebrure İstanbul’un karanlık sokaklarında giderek kayıp mı oluyordu yoksa? Mebrure sefil hayatın derinliklerine doğru bir yol alsa da, çok akıllı bir kızdı. Olaylar arsında bağlantılar kurmaya, yaşadıklarına bir anlam vermek için uzun uzun düşündüğü olurdu. Yaşadıklarına bir eleştirmen, gözlemci gibi yaklaşır ve bir ressamın tablosunu çizerken doğayı seyretmesi gibi o da dışardan hayatını seyretmeye çalışırdı. Mebrure bazen bu tarz incelemelerde bulunuyor doğru olanı yapmaya çalışıyor bazen de tabi duygularına yenik geliyordu. Zevk ve eğlence hayatı sürmek isteyen ruh hali ile bir yerlere tutunma çabası ile kıvranan ruh hali arasında sürekli bir çatışmanın olması onun tam anlamıyla doğru kararlar alıp uygulamasını güçleştiriyordu. Mebrure’nin içinde bulunduğu bu zıt iki ruh halini en iyi yansıtan en güzel örnek; Behiç ile Fahri’nin arasında kalmış olması idi. Behiç tam anlamıyla düzenbaz üçkâğıdı bir karakter iken Fahri saf ve temiz kalpli, iyi niyetli bir gençti. Bu gençlerin her ikisi de aynı kültür ve geleneğin bir parçası olsalar da aralarında müthiş farklıklar vardı. Başta hissiyat olarak birbirlerinden çok farklıydılar. Behiç, Avrupa görmüş olmasına rağmen tabi şevk ve zevklerine yenik düşmüş bir karakterdi. Duygularının esiri olmuş, hayatın bütün anlam ve manasını anlık zevklerine adamıştı. Ayrıca Behiç, Fahri gibi tutkulu bir aşk ile Mebrure’ye bağlı mıydı, elbette ki hayır. Behiç tamamen o an ki mutluluğunu gidermek için bir araç gibi kullanıyordu Mebrure’yi ve diğer tüm kadınları. Behiç, keyfi rahatlığına, anlık duygularına ve hazzına olan düşkünlüğü yüzünden birçok kötülüğü yapmaktan kendini alıkoymamış silik bir karakterdir. Behiç’in yalan ve oyunlarının, üçkâğıtçı kişiliğinin aksine Fahri, olgun ve temiz bir kişiliğe sahipti. Mebrure’ye tutku ile bağlı olan genç, içten bir sevgi ile bağlıydı. Behiç gibi Fahri’de İstanbul’un o sefil ve karanlık yollarında yürüyordu, aynı havayı soluyordu, fakat o çok farklı bir kişiliğe sahipti. Biri geçmişine, gelenek ve göreneklerine yüz çevirmiş iken bir diğeri kayıtsız bir anlayışla geleneğine, geçmişine ve ait kültüre bağlıydı. Bahsettiğimiz bu farkların hemen hepsi Behiç ile Necdet, Fahri ile Captain M.J. Read arasında muhtemel olarak görünmekteydi. Fahri ile Necdet arasındaki benzerlikler ve Behiç ile de Captain M.J. Read arasındaki benzerlikler birbirine oldukça yakındır tek fark dışında: o fark da Behiç ile Captain M.J. Read’in ait oldukları kültür ve yahut toplum idi. Bu karakterler arasındaki çatışmadan doğan nedenlere bağlı olarak diyebiliriz ki; eserlerde toplumsal ahlaki bir çöküş söz konusudur.

Yukarı da ele aldığımız kahramanların dışında toplumsal çöküşü, bunalımı ve kaosu ifade edecek daha birçok karakter vardı: Belma, Nevin, Siyret, Güzide… Bu insanlar tabi duygularına yenik düşmüş, eğlence ve zevk peşinde sürecek bir hayat tasavvur etmekteydi. Tüm bu insanların ortak bir paydası vardı, bir geçmiş, Evet ortak bir geçmişleri vardı. İnsanların bir kısmı basamakları tek tek çıkarak yani geçmişini temele alıp hayatın zirvesine doğru bir gidişat söz konusu iken kimi insanlar da basamakları üçer beşer atlayarak ardına bakmaksızın ileriye doğru gitmeye çalışır. Esas mantıklı ve doğru olanın geçmiş temelli, basamakları birer çıkmak olduğunu biliyoruz. Belma ile Salih yanlış yolda olanların birer örneği değiller miydi? Güzide ile Siyret bu kötü gidişatın birer temsili değil de ne idi? Açık bir şekilde şunu ifade edebiliriz ki: değişim denen olgunun tesiri altında kalıp duygularına ve tabi şevklerine yenik düşmüş bir ruh hali, pişmanlıklar içinde gündelik hayatın cehenneminde yanıp tutuşmaya mahkûmdur. Zamanın içinde yer kaplayan bu ruh halleri erimekten de alıkonulmazlar. Bu eserde ele alınan olaylar ve olgular aynı kültür ve mirasın ortak bireyleri arasında geçmekte idi, peki faklı kültürleri ihtiva eden Sodom ve Gomore’de nasıl bir durumla karşı karşıyaydık.

Sodom ve Gomore çok az bir farlılık dışında Sözde Kızlarla aynı doğrultu da yer almaktaydı diyebiliriz. Sodom ve Gomore’de asıl farklılık bir kültür farklılığıydı. Bir İngiliz, bir Amerikan, bir… İki eserinde merkezi noktası İstanbul idi. Geçen zaman yine aynı döneme tekabül ediyordu. Her ikisinde de geçmiş ile bir karşılaştırma söz konusu idi. İki eserde de iki ruh, iki karakter arasındaki çatışma ortaya konmuştu. Peki, bu iki eser arsındaki fark ne idi? Farklı olan sadece bir isimlendirme, adlandırmaydı, yoksa her iki eserin kahramanları da aşağı-yukarı aynı özellikleri yansıtmakta idi. Hissi olarak aynı özelliklere sahip bu kahramanlar ait oldukları toplumda belirleyici etken olarak yer edinmekte idi.

Kötü şehir, özellikle kadınların tahrip edildiği yer İstanbul idi. Bu kadınlar ki o kadar hissi duygularının esiri olmuş, yaşadıklarının dahi haberdar değillerdi. Leyla’da bu kadınlardan herhangi biri idi. Eğlence ve zevke düşkün bu kız, dış görünümüne büyük önem vermekteydi. Mebrure, Behiç’in gönlüne değil göründüğü kadarıyla çekiciliğine değer vermekteydi. Leyla’da ondan farksız sayılmazdı, Captain M.J. Read’i çok çekici buluyordu. Bu iki genç kız asıl güzelliği, gönüllerini, saf ve temiz gençlere, Fahri ile Necdet’e kaptırmışlardı. Doğrusu bu onların hayatlarında en güzel netice idi.  Mebrure ile Leyla, az biraz farkla birbirleriden ayrılmaktaydı. Onların hayatı aşağı yukarı aynı çizgilerde ilerlemişti, fakat yaşadıkları aşk birbirinden çok az bir farkla ayrılmaktaydı. Mebure iki genç ( Fahri ile Behiç ) arasında kalıyor gönlünü kime teslim edeceği konusunda bazen tereddüt’e düşüyordu. Leyla ise tam anlamıyla gönlünün nereye, hangi genç’e ( Necdet ile Captain M.J. Read  ) ait olduğunu belirlemiştir, o konuda hiçbir endişe duymamaktadır. Ayrıca bu iki kız arasında en büyük fark işgalci güçlere bakış açıları idi. Mebrure, Anadolu’nun işgal edilmesine her zaman büyük bir tepki ile yaklaşmışken; Leyla, gayet sakin ve iyi bir şekilde karşılamıştır bu durumu.

Toplumda bazı değer ve yargıların nasıl tahribata uğradığı gözler önüne sermekteydi burada yer alan kahramanlar. Bu kötü karakterlerin dışında iyi karakter yok muydu? Eserlerin asıl anlatmak istediği, okuyucunun farkına dahi varamadığı halde benimsemesini sağladığı temel düşünce bu kahramanların ardında gizlenen asıl suretteki kahramanlardır. Olgun ve saf, doğru ve cesaretli, hoşgörülü ve cömert, …  Necdet’in çok samimi arkadaşı Doktor Cemil Kami Bey bu kanaatte bir karaktere sahipti. Necdet, Leyla’ya olan aşırı tutku ve bağlılığından dolayı, olaylar karşısında hiçbir müdahale de bulunmuyor ve cesaretini kaybediyordu. Tutku ile bağlandığı aşk, onu esir etmiş doğru kararlar almasını engelliyordu. Fahri de aynı özellikte saf ve temiz bir gençti, fakat o gönlünün esiri olmak yerine akıl gücüne bağlı muhakeme de bulunmayı çok daha iyi yapıyordu. Behiç ile Captain M.J. Read arsında kültür ve ırk farklılığı dışında pek bir fark yok idi. Özelikle kadın, onların gözünde aynı düşünceyi tasvir ediyordu. Onlarda tutku, bağlılık gibi kavramların yeri yoktu. Kadınları, özellikle de İstanbul kadınını çok şuh ve havai buluyorlardı. Fahri ile Necdet bu iki gençten çok faklıydı, hissiyat olarak da görünümsel olarak da.

Eserler de temel olarak kahramanlar arasındaki ilişkilerden ve geçmiş ile gelecek arsındaki bağlantıdan yola çıkarak toplumsal bir bunalım ile ahlaki çöküş aktarılmaya çalışılmıştır. Olaylar arasındaki bağlantı, derin tahlil ve karakter çözümleriyle ele alınan bu eserler; toplumsal etkenlerin bir sonucu olarak da eğitici görevi üstlenmektedir.

(belgeler.com adresinden alıntıdır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder