SODOM VE GOMORE – YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
Kitabın adına
ilişkin bilgi
Sodom ve
Gomore, Tevrat’tan aldığımız bilgiye göre Lut ve İbrahim devrinde, Filistin
diyarının türlü ahlak bozukluklarıyla Tanrı’nın gazabına uğramış iki büyük
şehridir: Tekvin’in on sekizinci bölümünde onların bahsi şöyle geçer:
‘‘Ve rab,
sodom ve Gomore’nin feryadı çoğalıp onların günahı pek büyük olduğu için şimdi
yere inip bana gelen feryada göre hareket edip etmediklerini göreyim, etmediler
ise bileyim, dedi. O zaman İbrahim yaklaşıp iyileri de kötülerle beraber helak
edecek misin? Belki şehrin içinde elli-altmış iyi kimse bulunur. Şimdi
elli-altmış iyi için o mahalli affetmeyip de helak eder misin? Hâşâ ki sen iyi
ile kötüyü bir arada öldürensin.’’
İşte, İstanbul
düşman işgali altında bulunduğu sırada yazarın aklından geçen düşünceler bu
doğrultuda idi.
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’NUN HAYATI
Yirminci
yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü,
makale ve eleştiri türü yazılarla Türk Edebiyatı’nın sahnesine adım atmıştır.
Romanları, hikâyeleri, denemeleri, oyunları ve anılarıyla en önemli
edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup
Kadri’nin 1910’dan 1947’e dek verdiği eserler Türkçenin geçirdiği bütün
evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin
çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri’nin Fransız edebiyatı etkisinde başlayan
yazarlığı 1920’lerden sonra özgün bir sese kavuşarak, siyasi ve sosyolojik
konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisi incelemelerine
yönelir. Fecr-i Ati’den yetişmiş ama bunu izleyen elli yıl boyunca toplumsal
koşullar, tarihi süreçler ve bireysel portreleri romanın dokusuna işlemek için
roman tekniğiyle de boğuşmuş bir yazar olan Karaosmanoğlu’nun eserleri, hala
tüketilememiş ayrıntılarının tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir
‘‘Panaroma’’dır.
Captain Gerald
Jackson Read, çok çapkın bir kişiliğinin yanı sıra askeri kimliğiyle de
tanınırdı. Çekici ve yakışıklı bir genç olması, birçok kadınla beraber olmasına
olanak sağlıyordu. Captain G.J. Read bu düzensiz ilişkilerden yorulmuş,
sağlıklı bir ilişki kurmanın yollarını aramakta idi. Onun bu düşüncesi,
Nişantaşı’nda oturan kıza sürüklemişti onu. Captain G.J. Read, kısa aralıklarla
Nişantaşı’ndaki eve – bir anlamda Leyla’yı görebilmek için – gelirdi. Leyla,
Captain G.J. Read ile yakın münasebetlerde bulunsa da tüm ailesi onu Necdet’in
nişanlısı olarak görmekteydi. Leyla’da bir anlamda kendini Necdet’e ait
görmekte idi. Leyla ile Necdet arasında söz konusu İngilizler olunca büyük
tartışmalar çıkıyor, birbirlerini kırabiliyorlardı: Birbirleriyle kavga edip
darılsalar da aralarında müthiş bir tutku ve bağlılık söz konusu idi.
Aşk her şeyden
evvel hissi bir alışkanlıktır. Gözlerimiz belli bir güzelin gözlerine alışır;
muhayyellerimiz belli bir hava içinde sarılı kalır; kalbimiz yalnız bir sesin,
bir ismin tiryakisi olur ve işte, bunu değiştirmek zorunluluğu baş gösterince
insan kendisini çırılçıplak soyulup evinden sokağa atılmış kimsesiz, avare
yaşamaya mahkûm hisseder. Kendi kendine: ‘‘ Ben şimdi nereye gitsem, ne yapsam?
’’ diye söylenir. Artık âlemdeki vazifeleri ona sona ermiş gibi gelir. Bütün
organizmasında, tıpkı sıcak bir memleket mahsulü olan bir ağacın soğuk bir iklime
getirildiği vakit gösterdiği hazin can çekişme manzarasına benzeyen bir hal
gelip çatar. İşte Necdet bütün bir boşlukta lüzumsuz bir şey halinde kalmanın
ölümden beter acılığını yaşıyordu.
Leyla ile
Necdet birbirlerine çok bağlı, fakat sürekli çatışan iki düşman gibiydiler.
Gittikleri çay sohbetlerinde, akşamsefalarında ve daha birçok yerde tartışıyor
hatta birkaç gün birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Yine o tartışmalardan biri
geçmişti aralarında, fakat bu defa tartışmakla kalmayıp tırnaklarını, dişlerine
birbirlerinin etlerine geçirmişlerdi. Bu kavga da uzun sürmemiş bir hafta kadar
zamandan sonra yine bir araya gelmişlerdi. Necdet ile yanı sıra İstanbul’un
sönük karanlıklarında gölgede kalmış daha birçok insan vardı. Azize Hanım ile
Captain Marlow’da bu yitik gölgelerdendi. Azize Hanım’ın Captain Marlow ile
yakınlaşmak istemesi pek de başarılı olmamışsa da bunu Azize Hanım’ın eşi Atıf
Bey başarmıştı. İki adamın arasında çok ilginç ve bağlayıcı bir bağ vardı.
Hızla geçen
zamanla beraber Leyla, hayatın onu bir yaprak misali savurup, rüzgârın
şekillendirici kuvveti karşısında güçsüz bir hale düşmüştü. O adeta bir kış
bahçesi çiçeğine dönmüştü. Ne yerinden kımıldamaya ne dokunulmaya ne de fazla
bakılmaya tahammülü vardı. Sami Bey kızının bu durumuna çok üzülüyor, bir hal
çaresi düşünmekle meşguldü. Sami Bey, Doktor Jean Prade’nin yanına giderek
durumu anlatır ve bir hal çaresi bulması için ricada bulunur. Doktor yaptığı
incelemelerden sonra Leyla’nın görünürde bir rahatsızlığının olmadığını; sadece
psikolojik bir yorgunluk ve stresli bir ruh halinin onu sardığını dile getirir.
Leyla’nın bu hastalıklı durumu birkaç doktor tarafından daha tasdiklenmiş ve
hal çaresi olarak; rahat, sakin ve sessiz bir yerde dinlenmeye çekilmesini,
daha doğrusu bir seyahate çıkmasını uygun görmüşlerdi. Sami Bey’in bu maddi
gideri karşılayacak bir durumu yoktu. Durumdan haberdar olan Necdet maddi
giderin bir kısmını üstlenmeyi kendisine görev saymıştı, fakat bir şartla Sami
Bey ile aralarında gizli kalmak koşuluyla.
Aşığın psikolojisi
ne kadar karışık ve esrarlı bir şeydir! Sevdiğimiz vakitlerde sanki ruh
derinleşir, derinleşir; öyle bir derinleşir ki, adeta göz karartıcı, baş
döndürücü bir hal alır; bunun derinliklerine inmek ne başkaları ne de kendimiz
niçin artık kabil olmaz. Leyla Avrupa’ya gidene kadar Necdet tam bir
kayıtsızlıkla ona bağlı kalmış, gittiği andan itibaren de ilk sevdalı
zamanlarındaki gibi hummalı bir ıstırap içindeydi. Necdet o andan sonra hayatın
bütün manasını kaybettiğini varsayıyordu. Onun için artık ne güneş gündüzü, ne
de hilal geceyi aydınlatıyordu. Dünyası karanlık bir zindanın koytu bir
köşesindeydi sanki.
Necla Napoli
yakınlarında yeşil, sakin ve sessiz bir dinlenme köşesindeydi. İlk zamanlar çok
sıkılmış, gidecek hiçbir yerin olmadığını varsaymıştır, fakat az bir süre
zarfından sonra bir daha dönmek istemeyecek bir tutku ile bağlanmıştı.
Anadolu’nun ve
özellikle de İstanbul’un işgal altında olması ve İngiliz, Amerikan zabitlerinin
Necdet’in gözleri önünde bu vatana, bu millete, işkence ve zulüm etmesi
katlanılmaz bir acıydı. Her şey olacak! Necdet’in muhayyilesinde bu sözün
uyandırdığı levha kan ve ateşe bulanmış bir ufuktu. Bu ufuk, önce, uzakta şafak
renginde bir çizgi iken yavaş yavaş bu şehrin etrafını bir cehennem çemberi
gibi saracaktı. O vakit İstanbul, bu koca şehir, bu çağdaş sodom, bu asi gomore
çıtırdayarak her tarafından tutuşup yanmaya başlayacaktı. Necdet o anda ki
düşünceleri bu şekildeydi.
Necdet’in çok
yakın arkadaşı Cemil Kami Bey Ankara’dan İstanbul’a gelmişti. Türklük ve milli
duygulara içtenlikle bağlı olan bu iki genç, Anadolu’nun içinde bulunduğu
vaziyet üzerinde düşünmekte bir yol aramaktaydılar. Onların modern silahları,
gelişmiş bir teknolojileri yoktu, fakat yüreklerinde imanla dolu bir cesaret,
bir sevda var idi. Bu inançlı kalpleri onları yanıltmamıştı, milis kuvvetlerin
başarısı her geçen gün artmakta idi. Düşman Anadolu’dan çekiliyordu,
İstanbul’da bulunan itilaf kuvvetleri korku ve endişe ile geri çekiliyordu.
İngiliz komutan Captain G.J. Read’in annesine yazdığı mektup, onların bu
Türklük ve iman karşısında nasıl hayrete düştüklerini dile getiriyordu.
İstanbul’da
dört yıla yakın bir zamandır bulunan Captain G.J. Read; İstanbul’un kadınlarını
annesine yazdığı şu mektupta şöyle anlatmaktadır: ‘‘Namusum üzerine yemin ederim
ki, kadınlar üzerindeki nüfuz ve tesirimi hiç kötüye kullanmadım. Bana kendi
ellerinizle hazırlayacağınız saf ve temiz nişanlıya elmas gibi arınmış gibi bir
yürek saklıyorum. Buranın kadınları çok şuh ve havaidir. Eğer onlardan
hoşlandığım anlar olmuşsa, onları mutlaka güzel bir Ankara kedisi veya mercan
gagalı bir güvercin gibi sevip okşamışımdır.’’
Kadına düşkün
ve çapkınlığıyla bilinen Captain G.J. Read’in bu ifadeleri, aslında İstanbul
kadının onun gözündeki değerini ortaya koymaktadır.
Gittikçe işgalci
güçler İstanbul’dan temizleniyordu. Bu temizlik yalnız İstanbul sokaklarında
değil, aynı zamanda Necdet’in kalbinin derinliklerinde de meydana geliyordu. O
kadar değişmişti ki, Leyla döneli epey bir zaman geçmiş olmasına rağmen hiç
umursamıyordu onu. Artık eskisi gibi tutku ve heyecanla Leyla’ya bağlı bir
Necdet yoktu. Leyla’nın sevgisinin yerini, vatan ve millet, hürriyet gibi
duygular almıştı. Necdet’in çok yakın arkadaşı Cemil bu sevda uğruna şehit
düşmüştü.
Necdet’in
Leyla’ya karşı beslediği o müthiş duygular tamamen değişmişti. Bir zamanlar
Necdet’te olağan duygular meydana getiren, onun için büyük anlam ve değer
taşıyan her şey şimdi bomboştu. Necdet’i karşısına almış konuşmaya çalışıyor
fakat kendini kaybedip hızla onun dudağına yapışmıştı Leyla, fakat Necdet’in
ağzı Leyla’nın öpüşü altında kilitli kaldı. Leyla kas katı bir heykel gibi
olduğu yere yıkıldı. Necdet onu bir sedirin üzerine bıraktıktan sonra tokmağını
çevirdiği kapının aralığından bir hayal gibi süzüldü. O öpüşten geriye
dudaklarının üstünde kalan tek şey kimyevi bir maddenin yavan tadı idi.
KİŞİLER
Captain Gerald Jackson Read: Genç bir
İngiliz zabitidir. Yakışıklı ve çekici bir karaktere sahiptir. Altın gibi sarı
saçları ile tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başarmaktadır. Gönül ve aşk
işlerine, zevke ve eğlenceye düşkündür.
Leyla: bakımlı, ince yapılı, dikkatleri
üzerine çeken güzel bir İstanbul kızıdır. Sosyete ve hovardalığı, eğlence ve
zevki çok sevmektedir. Hayatı alışıla gelmişten faklı olarak yaşamak istiyordu,
fakat o hayatın derin ve kuytu köşelerinde yolunu kaybetmiştir.
Captain
Marlow: Captain G.J. Read’in çocukluk ve samimi dostu olmasının yanı sıra kışla
arkadaşıdır. Aynı zamanda mektep ve üniversite arkadaşıdır. Gönül ve keyfi
rahatına düşkün eğlenmekle meşguldür.
Sami: İngiliz hayranı bir baba,
Leyla’nın babasıdır. Kızının İstanbul’un sefil sokaklarında kaybolmasına
seyirci kalmış, değişim denen olgunun onları, tüm ailesini parçalamasına engel
olamamıştır.
Cemil: Yurtsever bir vatanın esir
düşmesine katlanmayacak kadar onurlu, güçlü, iri yapılı birdir. Necdet’in yakın
arkadaşıdır.
Necdet: Leyla’nın dayısının oğludur.
Mutaassıp bir İngiliz düşmanıdır. Bir İngiliz’e uzaktan selam vermek, bir
İngiliz’le ahbaplık etmek, bir İngiliz’in bulunduğu topluluğa girmek, hatta
tramvay ve vapur gibi umumi yerlerde bir İngiliz’in yanına oturmak bile bu genç
adam için dayanılmaz bir azap olurdu. Tahsilinin bir kısmını Fransa’da, bir
kısmını da Almanya’da yapmıştır. Kültürlü ve bilgili bir gençtir. Utangaç ve
içine kapanık bir kişiliği vardır. Türlük duygusuna bağlıdır. Necdet, karamsar
sorunlar arasında sıkışmış, kendisine karşı öz güvenini kaybetmiş biridir.
Birçok şeyin farkında olmasına rağmen yapmaya cesaret göstermemektedir.
Nermin: henüz on yedi yaşında olmasını
karşın, olgun görünmeye çalışan ve on sekizine girmesine az bir süresi olan
genç bir kızdır. Çevresi tarafından hiçbir zaman olgun bir kadın gibi
görülmemiş, hep ufak, şımarık çocuk edası ile anılmıştır. Güzel ve hoş bir kız
olmasının yanı sıra şuh ve işveli bir kızcağızdı. Sahip olduğu onca güzelliğin
yanında bir de kusuru bulunmakta idi: o da kibri ve gururuydu. Bu kusur ona her
tarafı dikenli ve sert kabuklu bir meyve hali veriyordu.
Atıf Bey: Azize Hanım’ın müstakbel
eşidir. Otuz iki-otuz üç yaşlarında olmasına rağmen, ancak yirmi beş-yirmi altı
yaşlarında görünen yakışıklı bir adamdı. Uzun ve kalın bir burnu vardı; çok
derin kırpılmış bıyıklarının keskin çizgisi altından aşağıya sarkan kalın etli
ıslak dudakları vardı.
Azize Hanım: Hayatın derinliklerinde
yolunu kaybetmiş, Atıf Bey ile evli fakat gönlü hep dışarılarda olan bir
kadındı. Özellikle Captain Marlow’un peşinden sürüklenmekten kendini
alıkoyamaz, zevk ve eğlence uğruna birçok şeyi göze almaktadır.
Madam Jimson: Beyrut’taki bankası topu
attıktan sonra gelip İstanbul’da Moda’da yerleşen maceracı bir Suriyeli
katoligin adıyla sanıyla El-Biruni Bey’in kızıdır. Evli olduğu halde kaçamak
ilişkiler yaşamaktan kendini alıkoymayan, zevke ve eğlenceye düşkün bir
kadındır. Aşırı süs ve boyanın altında teninin güzelliği sönmüş, güzel görünmek
uğruna kendine zarar vermiştir.
Doktor Cemil Kami: Türk milli benlik ve
duygularına içtenlikle bağlıdır. Olaylara, olgulara doğru ve akılcı bir tavırla
yaklaşır. Necdet’in çok yakın arkadaşıdır. Milli duygulara olan bağlılığı onu
Ankara’dan İstanbul’a kadar sürüp getirmiştir.
SÖZDE KIZLAR - PEYAMİ SAFA
PEYAMİ SAFA’NIN HAYATI
Peyami Safa,
İstanbul’da doğmuştur. Meşhur şair İsmail Safa’nın oğludur. Düzenli bir öğrenim
görmemiş olmasına rağmen, kendi kendisini yetiştirmiştir. Hayata henüz on üç
yaşında iken Posta Telgraf Nezareti’nde çalışmaya başlayarak atılmıştır.
Hayatını daha çok yazdığı yazılarla kazandı.
Peyami Safa
halk için yazdığı, edebi değeri olmayan romanlarını ‘‘ Server Bedi ’’ imzası ile yayınlamıştır. Peyami Safa’nın
fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür.
Romanlarında olaydan çok tahlile önem vermiştir. Toplumdaki ahlak çöküntüsünü,
medeniyetin ortaya koyduğu bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki
çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu v düşünce tezadını eserlerinde
ustaca işledi.
SÖZDE KIZLAR
Genç bir kız
yani Mebrure’nin sessiz bir gecenin karanlığında başlayan hayat hikâyesine
başlamak üzereyiz. Büyük ve gizemli şehir İstanbul, Mebrure üzerinde nasıl bir
etki bırakmaktadır? Saf ve temiz bir kız olan Mebrure İstanbul ile karşılaşınca
daha doğrusu İstanbul’un insanı ile karşılaşınca, sözde kızlar diye
nitelendirdiğimiz bir hale nasıl geldiğini konu edinmekteyiz burada.
Mebrure
karşılaştığı bir taksicinin onu bıraktığı köşkte sabahın ilk ışıklarıyla
gözlerini açtı. Konağı ve konağın hanım kızı Nevin’i tanımaya çalışıyordu.
Biraz şaşkınlık biraz da hayret içinde, utanma duygusunun etkisi altında Nevin
Hanım’ın konuksever tutumu karşısında eziliyordu. Bazen her şeyi geride bırakıp
gitmeyi düşünüyordu, ama bunu yapamazdı; çünkü İstanbul’da kimsesi yoktu.
Doğrusu Mebrure, köşkte sıcacık yatağı, nefis yemekleri ve şık kıyafetleri terk
etmek istemiyordu. Mebrure’nin İstanbul’a gelmesinin asıl nedeni nedir?
Yunanlıların İzmir’i ve Manisa bölgesini işgal etmesi üzerine, güçbelâ oradan
kaçıp Bursa’ya varmıştır. Bursa’da annesinin üvey dayısı Hüseyin Bey’in yanında
biraz kaldıktan sonra daha fazla yük olmamak için ve özellikle de babasını
bulmak ümidi ile büyük şehir İstanbul’un yolunu tutmuştur.
Mebrure’nin
babası da Mebrure gibi yunan işgalinden kaçmaya çalışmıştı, fakat ölü ya da sağ
olduğunu kimse bilmiyordu. Mebrure babasından haber almak, sonunun ne olduğunu
öğrenmek için İstanbul’da bir muhacirin yanına gitmektedir. Kısa bir süre ve
detaylı bir aramadan sonra Mebrure, muhacir binasının önüne gelir, babası İhsan
Efendi hakkında detaylı bir araştırmadan sonra memurlardan biri ona ait bir
şeyler bulduğunu söyler, tam o sırada Mebrure’nin kalbi yerinden çıkacakmış
gibi olur, soluk alışverişi hızlanır heyecanla ne olduğunu sorar. Babası İhsan
Bey’in defterdeki kaydı İstanbul Davutpaşa’yı göstermektedir. Mebrure’nin
babasından başka hiç kimsesi yoktur, bu denli bir heyecan yaşaması ondandır.
Mebrure doğruca Davutpaşa’ya varmak üzere yola düşer. Davutpaşa’ya varan
Mebrure, orada gördüğü bir memura babası ile ilgili birkaç sual sorar, fakat
memur, babasının beş altı ay önce orandan ayrıldığını söyler. Babasına ulaşma
umuduyla çarpan kalbi şimdi suskun ve hırçın idi. Memurun biri Mebrure’nin
anlattıklarına kulak misafiri olmuş, yanına gelerek İhsan Bey’in
Zeytinburnu’nda bir fabrikada işçi olarak yazıldığını söyler. Mebrure, tam
Zeytinburnu’na doğru gidecekken fark etti ki karanlık çökmüştü. Köşktekilerin
merak edeceklerini düşündüğünden köşke doğru gitti.
Mebrure köşke
geldiğinde Nazmiye Hanım yani Nafi Bey’in eşi ile karşılaştı. O gün
yaşadıklarını tek tek anlattı. Çok geçmeden genç ve asi, yakışıklı bir delikanlı
soğuk bir eda ile salona girdi. Bu genç Nevin’in kardeşi Behiç idi. Behiç,
Mebrure’ye ona ait bir resim göstereceğini söyleyerek onu kendi odasına
çıkarır. Odaya geldiklerinde Mebrure resim ile karşılaşacağını beklerken, Behiç
onu avuçlarının arasına alıp dudaklarına doğru bir hamleye girişir, neyse ki
Mebrure kendini onun elinden kurtarmayı başarır, uyumak üzere kendisini odasına
kapatır. Bunun üzerine Behiç her zamanki kurnazlığını kullanarak kendini
affettirmenin yollarını düşünüyordu. İlk iş olarak bileğini incittiğini ve
ovması için Mebrure’ye gider. Mebrure Behiç’ten çekinse de ısrarlarına
dayanamaz ve bileğini ovmayı kabul eder.
Mebrure daha
sonra babası ile ilgili haber almak için Zeytinburnu’ndaki fabrikaya gitti.
Babası orada çalışmıştı fakat yirmi gün önce oradan ayrılmıştı. Mebrure’nin
umutları bir kez daha yıkılmıştı.
Günlerden bir
gündü, Nevin’in kabul günüydü. Bizim saf kızımız Mebrure zarafet ve zevkin,
eğlencenin tesiri altında kalmış, babasını unutmuş lüks hayatın esiri olmuştu. Vakit
akşama doğru yaklaştıkça Nevin’in misafirleri gelmeye devam ediyordu. Salonda
şaşalı ve alaylı bir hava vardı, müzik, sohbet ve oyunlar oynanıyordu.
Kıskançlıklar net bir şekilde kendini belli ediyor, salonda bir kovalamaca
yaşanıyordu. Bütün bu eğlencelerden ziyade Behiç müthiş bir plan hazırlamış ve
sinsi oyunlar oynamaya hazırlanıyordu. Siyret, Güzideyi bahçede oyalarken Behiç
Mebrure’nin odasına “kitabımı unuttum”
maksadıyla gidecek ve ona sahip olacaktı. Saat gece yarısını geçmiş
herkesin üzerine bir uyku hali çökmüştü. Mebrure, Behiç’in odasına bıraktığı
romanı okumaya başlamıştı bile. Behiç tam o sırada kapının önünde idi, fakat
daha önce hiç yaşamadığı bir korkuya kapılmış, heyecan içinde ne yapacağını
unutacak hale gelmişti. Mebrure çalan kapının üzerine, şaşkın ve uykulu
gözlerle kapıyı açtığında, Behiç hemen içeri daldı. Aralarında geçen kısa bir
konuşmanın ardından Behiç amacını gerçekleştiremeden odadan çıktı. O sırada
Belma’nın yalnız karanlıkta oturduğunu fark etti ve kurnaz adam onun yanına
gitti. Mebrure odasında yalnız düşünmeye başlamış, yaşadıklarına bir anlam
vermeye çalışıyordu. Mebrure için köşk; büyükten küçüğe, kadından erkeğe, tüm o
köşk hep sefih zevk düşkünü, hafif meşrep insanlarla dolu. Bunlar dümeni
kopmuş, fireni patlamış bir otomobilin içinde yüksek dik bir bayırdan aşağıya
alabildiğine giden, Varta’yı ya hissetmeyen ya da seve seve kabul eden
insanlara benzetiyordu. Mebrure’ye göre bütün bu insanlar, şu evde yalnız
birbirlerine zevk, eğlence ve heyecan vermek için bir araya gelmişlerdi.
Mebrure,
köşkte sürekli korku içindeydi. Behiç’in kendisi için bir tehlike teşkil
ettiğini biliyordu. Mebrure kendi iffetine, namuskârane, mukavetine emindi,
fakat şunu çok iyi biliyordu ki; her insanın zaafları ve iradeden mahrum
kaldıkları zamanlar vardır. Her insan bu zamanlarda bir manyetizmacı karşısında
şuurunu kaybetmiş hastaya benzer, kendine malik değildir, düşünemez, düşünse de
tabi zevkleriyle mücadele edemez, mücadele etse de galip gelemez.
Sabah
olduğunda Mebrure Nadir Bey ile muhacirine doğru gitti. Bir haber alamaması
üzerine Nadir’in evine gittiler. Nadir’in annesi Hayriye Hanım ile Mebrure
birbirine çok ısınmıştı, ayrıca Mebrure hayatının dönüm noktası sayılacak bir
kişi ile tanıştı, Fahri Bey.
Behiç ile
Siyret, sinsi planlar yapmaya devam ediyorlardı, Mebrure’yi nasıl tuzağa
düşürecekleri üzerine düşünüyorlardı. Behiç plan değiştirmiş, Mebrure’ye zorla
sahip olmak yerine onu güzellikle elde etmeyi düşünüyordu, yani Behiç, uslu ve
akıllı adam rolünü oynayacaktı gerçek hayat sahnesinde. Behiç’in oyununun bir
parçası olan Nevin ile Siyret, Mebrure’ye sürekli olumlu telkinde
bulunuyorlardı.
Birkaç gün
aradan sonra Mebrure, Nadir ile buluştu, beraber Fahri’ye gittiler. Mebrure hem
Fahrinin evini hem de konuştuğu sözcükleri bir bir değerlendirip, üzerinde
düşünüyordu. Ona göre Fahri; şehirlilerin adiliğine ve yabancılığına karşı
taşranın kokusunu barındıran lekesiz ve temiz, biraz saf amma zeki bir insandı.
Sözün arasında Behiç’in adı geçince, anlaşıldı ki Behiç Mebrure’yi etkilemiş,
rolünü iyi oynamıştı. Mebrure köşkte insani duygulara sahip tek kişi olarak
Behiç’i gösteriyordu, oysa bilse ki… Nadir bey için o köşkte yaşayanların hepsi
sözde kızlardı. Ona göre sözde kızlar iki amaç için yaşardı; aşık olmak ve koca
bulmak, sözde kızların aradığı aklı az parası çok bir koca, aşık ise genç ve
zeki olmalıydı. Kısa bir sessizlikten sonra Fahri, Manisa’yı şu sözlerle
anlattı: “Manisa’da dağlara çıkardım. Bir
defasında bir grup seyrettim Mebrure Hanım, size bahsetmiştim. Asya’nın güzel
batılarından biriydi. Mebrure Hanım… Çepeçevre dağlar arasında Manisa,
akşamları
morararak susar; ince rüzgârlarla dağılan seyrek ezan seslerinden sonra
belde sonsuz bir sükûta dalar karanlık basınca, yamaçtaki evlerde cılız petrol
lambalarının titrek ışıkları görülür. Bu güzel bir şeydir Mebrure Hanım.
Manisa’nın kimsesizliğine, sahipsizliğine, temiz kalpli insanlarına en yaraşan
şey bu pürüzsüz ve devamlı sükûttur. Bu karanlıkları sevmiş ve kabul etmiş
evlerin loşluğudur, Mebrure Hanım.”
Behiç,
Fahri’yi kıskanıyordu. Mebrure’yi Fahri’den uzaklaştırmanın yollarını
düşünüyordu. Nihayet Fahri gibi o da Mebrure’ye bir gezinti teklif etmeye karar
verdi. Mebrure ısrarla reddetse de Behiç onu ikna etmeyi başardı. Mebrure hem
istekli hem de onu saran bir korku içinde idi. Evden çıktıkları sırada bir
gölgeyi fark ettiler. Fakat kim olduklarını göremediler. Araba ile giderken
arabaya birinin takıldığını Mebrure fark etti ve korku ile irkildi, ama neyse
ki arabaya takılan kişi arabadan atlayıp karanlıkta kayboldu. Kim olduğunu
kimse görememişti. Köşke döndüler ve çok geçmeden, Nevin rolünü üstlenmiş,
Mebrure’yi karşısına alıp müthiş vaatlerde bulunuyordu. Nevin ne yapıp edip
Mebrure’yi Behiç ile evlenmeye ikna etti. Sabah olduğunda Mebrure önce Nadir’e,
oradan da Fahri’ye gitti. Fahri’ye izdivaç kararını açıklayınca, Fahri’nin
gözlerindeki parıltı sönmüş çok kötü bir yüz ifadesi takınmış ve korku içinde
kalmıştı. Kısa bir sessizliğin ardından Mebrure oradan ayrıldı. Köşke
geldiğinde onu büyük bir kalabalık karşıladı. Mebrure o akşam birçok şeyi
geride bırakarak, kendisine uzatılan bir kadeh likörü içmeyi reddetmedi ve ardı
sıra geldi arkasından kadehler. Sabahleyin Mebrure muhacirine gitti. Orada
Nadir ile karşılaştı. Nadir; Salih’in akıl hastanesine yatırıldığını, Belma’nın
da yataklara düştüğünü ve son arzusu olarak Mebrure ile konuşmak istediğini
söyledi.
Nadir ile
Mebrure, Belma’nın evine geldiler.
Belma’nın odasına yalnız Mebrure çıktı ve onların dışında evde bir tek Nadir
vardı. Belma Mebrure’yi görünce yüzüne renk, gözlerine bir parıltı gelmişti.
Belma’nın Mebrure’yi eve çağırmasının asıl amacı, onu uyarmak, Behiç ile olan
izdivaçtan vazgeçirmekti. Belma’nın anlattıklarını bir bir dinliyor, pürdikkat
kesilmiş, anlatılanları Behiç’in yaptığına inanmak istemiyordu. Behiç, insan
olamazdı. Bir insanın saf ve temiz hayatının nasıl lekelendiğine ve yok olup
gittiğine bizzat tanık oluyordu Mebrure. Uzunca bir konuşmadan sonra Belma ilaç
niyetine zehir içti. Artık gözlerini hayata yummak üzere idi ama mutlu idi,
gözleri parlıyordu. Çünkü kendisi gibi sönecek, yok olup gitmeye yüz tutacak
gencecik bir hayatı kurtarmıştı, Mebrure’yi içinde bulunduğu hayattan
kurtarmıştı. Belma geride onca şeyi saf ve temiz başlayan, ailedeki saadetini
zevk ve eğlenceye adamış, daha sonra acılar içince yataklara düşmüş ve tüm her
şeyi geride bırakarak gözlerini yumdu. O günün gecesinden köşkün bütün ışıkları
açılmış, büyük bir eğlence tasarlanıyordu. Her zamankinden farklı o gece
köşktekiler çok eğleniyor, oynadıkları oyunlarla kendilerinden geçiyorlardı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde bir ses salondaki herkesi endişelendirdi, tüm
dikkatler kapıya toplanmış, kim ya da kimlerin geleceği bekleniyordu. Fahri,
Nadir ve Mebrure soğuk bir rüzgâr gibi salonun ortasına kadar ilerlediler. Çok
gergin ve imalı bakışlarla beraber Belma’nın ölüm haberini vermelerinin
ardından karanlığın içinde sis gibi kayboldular. Salonun tüm eğlence havası
gitmişti. Herkes düşünceli ve yanındaki ile konuşur haldeydi. Behiç sabaha
kadar uyuyamadı, mahkeme koridorları sürekli gözlerinde canlandı durdu. Mebrure
ve Fahri o gece Nadir’de kaldılar. Üçünün arasında uzunca bir konuşma geçti,
yaşanılan onca şeye bir anlam vermeye çalıştılar.
Sabah olmuştu,
yaşanılan her şeyi geçmişte bırakarak, geleceğe doğru uyanılan bir sabahtı.
Mebrure doğruca muhacirine gitti. Babası ile ilgili bir haber vardı, hem de
kesin bir haberdi. Mebrure’nin kalp atışları hızlanmış, heyecandan yerinde
duramıyordu. Sürekli düşünüyordu, biraz sonra ya bu koridorun tamamı başına
yıkılacak yahut sevinçten o koridordan taşıp, havalara uçacaktı. Haberi almak
için müdürün odasına ilerledi. Müdür: “Baban sağ kızım.” deyince, Mebrure’nin gözlerinden
parıltılar çıkıyor, heyecan içinde, sevinçle, ağlamaklı ve gülmeli bir hal
sarmıştı onu. Babası bir mektup bırakmıştı ona. Tekrar tekrar okuyup bir türlü
elinden bırakmak istemiyordu mektubu. Her şey çok güzeldi artık.
Belma zabıta
ulaştırılması gereken, tüm gerçeklerin yazılı olduğu bir zarf bırakmıştı
kendisinden geriye. O zarf zabıtaya ulaşmıştı, çok geçmeden Behiç’i tevkif
ettiler.
Mebrure
babasının bıraktığı mektuptan Nadir ile Fahri’ye bahsetti, ikisi de çok
şaşırmıştı. Mektupta Mebrure’nin Anadolu’ya gideceği de belirtilmişti.
Muhacirin görevlendirdiği bir memur ile gitmesi gerekiyordu fakat o bunu kabul
etmemişti, öyle ise kiminle gidecekti? Özellikle de Fahri Mebrure’nin kiminle
gideceğini çok merak ediyordu. Mebrure ile Anadolu’ya giderken yol boyunca
arkadaşlık edecek ve ayrıca bundan sonraki tüm hayatını paylaşacak o kişi Fahri
idi. Mebrure’nin yüzü kızarmıştı.
KİŞİLER(Karakterler)
Mebrure: Tuhafiyeci İhsan Efendinin
kızıdır. İstanbul’un Beşiktaş semtinde doğmuştur, fakat annesinin vefatı
üzerine henüz on bir yaşında iken babasının kararıyla Manisa’ya yerleşirler.
Babasıyla beraber yaşamaktadır, başka da kimsesi yoktur. İzmir’de tahsilini
yapmış, yedi yıl boyunca orada bulunmuştur. Biraz saf ve temiz kalpli, iyi
niyetinden dolayı İstanbul’un sefil ve laubali insanları arasında eriyip gitmek
üzere iken son anda kendini kurtarıverir. Genel olarak babasını aramakla geçer
hayatı. Acıyı, üzüntüyü, korkuyu, heyecanı ve birçok duyguyu aynı anda
yaşamaktadır.
Behiç: Orta boylu, sarışın, küçük ve
yuvarlak başlı, bıyıksız bir gençtir. Ne yaptığını bilmeyen, budala, tecrübesiz
bir insan olmak şöyle dursun, etrafında herkesin zaaflarını çok iyi anlamış,
herkesi gülünç ve manasız görebilmiş, kendi arzularına göre yaşamanın sırlarını
keşfetmiş bir mahlûktur. Kendi aklına göre yaşamasını, iyi yaşamasını biliyor,
harikulade zeki bu genç adam, bir karikatür, gülünç bir insan değil, belki
şaşkın ve tehlikeli zekâsı ile korkunç ve zararlı bir mahlûktu. Yalancı,
sahtekâr, hodbir ve nankördü.
Nevin: Yirmi beş yaşına yaklaşmış
güzelce genç bir kızdır. Aynı zamanda Behiç’in kız kardeşidir. O öyle bir hal
almıştı ki, gözlerini dolayan buruşuklarla adeta beş çocuk doğurmuş bir kadını
andırıyordu. Zevk ve eğlenceyi hayatın gerçek anlamı saymış, asıl mutluluğun ve
güzelliğin tadına varamamıştı. Napolyon adında sevimli bir köpeği vardır.
Fahri: İstanbul’u çok iyi tanıyan,
Nadir Bey’in de samimi arkadaşıdır. Yirmi yedi- Yirmi sekiz yaşlarında, yüzü
yanık, gözleri patlak, anlının etleri büklüm büklüm olmuş, başı, elleri ve
ayakları büyük, bütün vücudu titrek, üstü başı dağınık, samimi ve laubali bir
gençtir. Çok saf ve temiz kalpli bir gençtir. Postanede memur olmasının yanı
sıra hiç kimsesi de yoktur.
Nadir(Nadir Şekip Bey): Sürekli Mebrure
için bir şeyler yapmaya çalışan, temiz kalpli ve iyi bir insan olmasının yanı
sıra Fahri’nin de çok samimi arkadaşıdır. Zeki ve açık fikirli bir görüşe
sahiptir ayrıca Duyumu Umumiye’de memur olarak görev yapmaktadır.
Nazmiye: Behiç ile Nevin’in annesidir.
Kurnaz ve kötü planlarını insanların üzerinde denemekten hiçbir rahatsızlık
duymayan, eğlence düşkünü bir kadındır.
Siyret: Behiç’in çok samimi yakın
arkadaşıdır. Çapkın ve kurnaz bir kişiliğe sahip olmasının yanı sıra sinsi ve
üçkâğıtçı bir karaktere sahiptir.
Güzide: Yaşı küçük, ilk gençliğin
kaynayan hassasiyeti, hayata parıltılı gözlerle bakan genç bir kızdır. Yaşı
küçük olduğundan daha birçok şeyin farkında değildir. Siyret’e büyük bir
hayranlık beslemektedir. Mütereddi bir annenin mütereddi dostları arasında
büyümüş, düşüncenin yollarını şaşırmış, tabi şevklerine mağlup bir kızcağızdır.
Belma ile Salih: Kardeştirler. Şık ve
süslü, eğlenceli bir hayat tarzları vardır. Belma’nın tiyatroya, sinemaya,
aktrise inanılmaz bir düşkünlüğü vardır; bu düşkünlüğü yüzünden Behiç onu kullanmaktadır.
Aslında Salih ile Belma iyi ve fakir bir ailede yetişmiş olmalarına rağmen
sonradan vurdumduymaz bir tavır almışlardır. Belma’nın asıl adı Hatice’dir.
Düşkün olduğu sosyetik hayatın uğrunda gençliği sönüp gitmiştir.
SODOM VE GOMORE – SÖZDE KIZLAR
Sodom ve
Gomore ile sözde Kızlar yüksek zümre, üst tabaka insanının içinde bulunduğu
ahlaki çöküşü ele almaktadırlar. Genel olarak eserlerin bir tabaka insanı konu
edinmesi toplumsal bir farklılığın olduğunu göstermekte ve dikkatleri ö yöne
doğru çekmektedir. Zevkin ve eğlencenin gölgesinde kalan insanların hayatı,
sıradan insanların yaşamlarını ele almaktadır bu eserler. Bugün dahi tazeliğini
koruyan bu iki eser; ibret levhası şeklinde yansıtılmaktadırlar. Konunu ana
teması ile olayların merkezi İstanbul’un adı altında geçtiği sanılsa da,
aslında bütün bir Anadolu, bütün bir toplumsal ahlaki çöküş ele alınmıştır. Bu
iki eser arasında fark mıdır, tabi ki vardır; fakat büyük çapta bir farlılık
değildir bu. Eserler birçok açıdan benzer özellikler göstermekte ve olaylar
arasında zincirleme bağlantılar kurulabilmektedir. Yer ve zaman kavramlarından
hareketle ve kişilerin karakterlerinin temel özelliklerinden yola çıkarak
arlarında ortak bir çözümleme yapılabilir. İki eserde yaklaşık olarak aynı çağa
hitap etmektedir. Bir toplumun içinde bulunduğu buhranlı ve yıkıcı ahlaki
bozukluklardan yola çıkmışlar, gelenek ve görenek, temel kültürel yapının
üzerinde durmuşlardır. Yazarlar, olayların birbiri ile olan bağlantısını, ilişkisini
ve yakınlığını yalın ve anlaşılır bir üslupla ifade etmişlerdir. İki eserin
arsında temel benzerliklerden biri de aynı konuyu işlemeleridir, işgal
altındaki bir toplumun ahlaki bunalımı ele almışlardır.
Sözde Kızlar,
toplumsal ahlaki bir çöküşü ele alırken; aynı yapı ve aynı koşullar altında
incelemeye almıştır. Kahramanların tümü aynı toplumun ve kültürün bir
parçasıdır. Sodom ve Gomore’de ise; farklı kültür, dil ve iki farklı gelenek
ihtiva edilmekte ve sürekli bir çatışma söz konusudur. Özellikle bu iki eser’in
kendilerinden önceki dönem ile sonra ki dönemin bir çatışmasını gözler önüne
sermektedir. Çağın ve modernite kavramının toplumsal hayattaki yerini apaçık
olarak ortaya koymaya çalışarak, dönemler arası faklılıklarla beraber
kahramanların ifadelerine anlam yüklenmiştir. Eserler karşılaştırmalı bir
toplum yapısını sergilemektedir. İki farklı dönemi tasvir ve çözümlemelerle,
kahramanların karakteristik özellikleriyle beraber ele almışlardır. Özellikle
çatışma kavramının burada yer edinmesi ve üzerinde sıkça durulan bir terim
olmasının nedeni, her iki eserin de toplumsal hayatın gerçek kesitlerinden
somut örnekler vermesidir. Kişiler o kadar iyi ruh çözümlemeleri ile alınmıştır
ki gerçek hayatta onlarla karşılaşmak sanki her an mümkünmüş gibi görünmektedir.
Eserlerin temel özelliklerini, dönemini, içeriğini ve daha birçok kavramı
kahramanların kişilikleriyle ele almak anlamayı daha olanaklı kılacaktır.
Sözde Kızların
temel, başta gelen kahramanı saf ve temiz bir olan kız Mebrure’dir. Eser daha çok,
Mebrure’nin toplumsal modernite kavramı bağlamında hayatında meydana gelen
değişmeleri ve gelişmeleri konu edinir. Mebrure nasıl bir kızdır? Mebrure
İstanbul’a gittikten sonra hayatında değişmeler meydana geldi mi? Onun asıl
zaafı ne idi, gibi soruların cevabını merak etmemek elde değil doğrusu.
İstanbul’a henüz yeni geldiği zamanlarda saflığından ve sadeliğinden hiçbir şey
eksilmemişti, fakat bu durum çok sürmedi. Üst tabaka, yüksek kesim olarak
nitelendirdiğimiz insanların arasında güzelliğini ve aklını her gün biraz daha
yitiriyordu. Karakteri bambaşka kişiliğe bürünmeye başlamıştı. Değişen Mebrure
mi idi yoksa başka bir durum mu söz konusu idi? Elbette ki zamana olgusal
nedenlere bağlı olarak insan değişir, özellikle de çevrenin etkisiyle karakteri
biçimlenir. İşte, Mebrure de bu karakter değişmesine bağlı olarak her gün bir
başka şekilde gözlerini açıyordu. İstanbul’a henüz yeni zamanlar o iğrenç ve
tiksindirici hayatı yavaş yavaş benimsiyordu. Hızla geçen bir zamanın ardından
o kendisinin zevk ve eğlencenin peşinde koştuğunu göremeyecek kadar kör
olmuştu.
Yukarı da ele
aldığımız kahramanların dışında toplumsal çöküşü, bunalımı ve kaosu ifade
edecek daha birçok karakter vardı: Belma, Nevin, Siyret, Güzide… Bu insanlar
tabi duygularına yenik düşmüş, eğlence ve zevk peşinde sürecek bir hayat
tasavvur etmekteydi. Tüm bu insanların ortak bir paydası vardı, bir geçmiş,
Evet ortak bir geçmişleri vardı. İnsanların bir kısmı basamakları tek tek
çıkarak yani geçmişini temele alıp hayatın zirvesine doğru bir gidişat söz
konusu iken kimi insanlar da basamakları üçer beşer atlayarak ardına
bakmaksızın ileriye doğru gitmeye çalışır. Esas mantıklı ve doğru olanın geçmiş
temelli, basamakları birer çıkmak olduğunu biliyoruz. Belma ile Salih yanlış
yolda olanların birer örneği değiller miydi? Güzide ile Siyret bu kötü
gidişatın birer temsili değil de ne idi? Açık bir şekilde şunu ifade edebiliriz
ki: değişim denen olgunun tesiri altında kalıp duygularına ve tabi şevklerine
yenik düşmüş bir ruh hali, pişmanlıklar içinde gündelik hayatın cehenneminde
yanıp tutuşmaya mahkûmdur. Zamanın içinde yer kaplayan bu ruh halleri erimekten
de alıkonulmazlar. Bu eserde ele alınan olaylar ve olgular aynı kültür ve
mirasın ortak bireyleri arasında geçmekte idi, peki faklı kültürleri ihtiva
eden Sodom ve Gomore’de nasıl bir durumla karşı karşıyaydık.
Sodom ve
Gomore çok az bir farlılık dışında Sözde Kızlarla aynı doğrultu da yer
almaktaydı diyebiliriz. Sodom ve Gomore’de asıl farklılık bir kültür
farklılığıydı. Bir İngiliz, bir Amerikan, bir… İki eserinde merkezi noktası
İstanbul idi. Geçen zaman yine aynı döneme tekabül ediyordu. Her ikisinde de
geçmiş ile bir karşılaştırma söz konusu idi. İki eserde de iki ruh, iki
karakter arasındaki çatışma ortaya konmuştu. Peki, bu iki eser arsındaki fark
ne idi? Farklı olan sadece bir isimlendirme, adlandırmaydı, yoksa her iki
eserin kahramanları da aşağı-yukarı aynı özellikleri yansıtmakta idi. Hissi
olarak aynı özelliklere sahip bu kahramanlar ait oldukları toplumda belirleyici
etken olarak yer edinmekte idi.
Kötü şehir,
özellikle kadınların tahrip edildiği yer İstanbul idi. Bu kadınlar ki o kadar
hissi duygularının esiri olmuş, yaşadıklarının dahi haberdar değillerdi.
Leyla’da bu kadınlardan herhangi biri idi. Eğlence ve zevke düşkün bu kız, dış
görünümüne büyük önem vermekteydi. Mebrure, Behiç’in gönlüne değil göründüğü
kadarıyla çekiciliğine değer vermekteydi. Leyla’da ondan farksız sayılmazdı,
Captain M.J. Read’i çok çekici buluyordu. Bu iki genç kız asıl güzelliği,
gönüllerini, saf ve temiz gençlere, Fahri ile Necdet’e kaptırmışlardı. Doğrusu
bu onların hayatlarında en güzel netice idi.
Mebrure ile Leyla, az biraz farkla birbirleriden ayrılmaktaydı. Onların
hayatı aşağı yukarı aynı çizgilerde ilerlemişti, fakat yaşadıkları aşk
birbirinden çok az bir farkla ayrılmaktaydı. Mebure iki genç ( Fahri ile Behiç
) arasında kalıyor gönlünü kime teslim edeceği konusunda bazen tereddüt’e
düşüyordu. Leyla ise tam anlamıyla gönlünün nereye, hangi genç’e ( Necdet ile
Captain M.J. Read ) ait olduğunu
belirlemiştir, o konuda hiçbir endişe duymamaktadır. Ayrıca bu iki kız arasında
en büyük fark işgalci güçlere bakış açıları idi. Mebrure, Anadolu’nun işgal
edilmesine her zaman büyük bir tepki ile yaklaşmışken; Leyla, gayet sakin ve
iyi bir şekilde karşılamıştır bu durumu.
Toplumda bazı
değer ve yargıların nasıl tahribata uğradığı gözler önüne sermekteydi burada
yer alan kahramanlar. Bu kötü karakterlerin dışında iyi karakter yok muydu?
Eserlerin asıl anlatmak istediği, okuyucunun farkına dahi varamadığı halde
benimsemesini sağladığı temel düşünce bu kahramanların ardında gizlenen asıl
suretteki kahramanlardır. Olgun ve saf, doğru ve cesaretli, hoşgörülü ve
cömert, … Necdet’in çok samimi arkadaşı
Doktor Cemil Kami Bey bu kanaatte bir karaktere sahipti. Necdet, Leyla’ya olan
aşırı tutku ve bağlılığından dolayı, olaylar karşısında hiçbir müdahale de
bulunmuyor ve cesaretini kaybediyordu. Tutku ile bağlandığı aşk, onu esir etmiş
doğru kararlar almasını engelliyordu. Fahri de aynı özellikte saf ve temiz bir
gençti, fakat o gönlünün esiri olmak yerine akıl gücüne bağlı muhakeme de bulunmayı
çok daha iyi yapıyordu. Behiç ile Captain M.J. Read arsında kültür ve ırk
farklılığı dışında pek bir fark yok idi. Özelikle kadın, onların gözünde aynı
düşünceyi tasvir ediyordu. Onlarda tutku, bağlılık gibi kavramların yeri yoktu.
Kadınları, özellikle de İstanbul kadınını çok şuh ve havai buluyorlardı. Fahri
ile Necdet bu iki gençten çok faklıydı, hissiyat olarak da görünümsel olarak
da.
Eserler de
temel olarak kahramanlar arasındaki ilişkilerden ve geçmiş ile gelecek
arsındaki bağlantıdan yola çıkarak toplumsal bir bunalım ile ahlaki çöküş
aktarılmaya çalışılmıştır. Olaylar arasındaki bağlantı, derin tahlil ve
karakter çözümleriyle ele alınan bu eserler; toplumsal etkenlerin bir sonucu
olarak da eğitici görevi üstlenmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder