9 Şubat 2015 Pazartesi

Hayyâm ve Rubâi

Hayyâm ve Rubâi

Ömer Hayyâm, şairliğini sadece Doğu edebiyatında küçük bir şiir olan rubâide göstermiştir. Bu şiir şekli Hayyâm’ın adıyla özdeşleşmiştir. Rubâ ile, yalnız onunla şair olmak, şöhret kazanmak pek güçtür. İran edebiyatında rubâîleriyle tanınan ve şöhretini İran’dan bütün dünyaya yayan tek şair Hayyâm’dır. Şiir sanatının tek bir nazım şekliyle şair olan Hayyam’ın rubâîlerini değerlendirmeden önce rubâî nedir, nasıl bir tarzdır? Kısaca anlatalım:
Gerek dış yapısı, gerekse iç örgüsü bakımından rubâînin kendine mahsus bir şekli vardır. Bu, dört satırdan oluşan ve kendine has aruz kalıpları bulunan bir şiirdir. Ahreb ve ahrem adı verilen on ikişerden toplam yirmi dört kalıptan bir veya bir kaçıyla yazılan rubâînin birinci, ikinci ve dördüncü satırları birbiriyle kafiyeli, üçüncü mısraı serbesttir. Ayrıca dört mısraı birbiriyle kafiyeli olanlar da vardır. Bu tip rubâîlere İranlılar terâne adını vermişlerdir. Rubâînin bir de iç yapısı vardır. O da, başlı başına bir bütün ifâde eden, tek bir düşünce etrafında birleşmiş bir şekildir. Çok defa ince bir düşünce, felsefe ve tasavvufa ait konular, bedbinliğin acılığını hissettirişi rubâîye konu olur. Rubâî, kesin bir fikir bildirir, ama bu daha ziyade hisle ilgili bir kesinliktir. Kısalığı nispetinde derin, derinliği nispetinde benliğimizde kökleşecek kadar yoğun bir şiirdir. Rubâî, klasik şark edebiyatında dikkate değer bir tefekkür manzumesidir. Büyük bir tefekkür konusunu böyle bir söz kalıbı içinde ustalıkla terennüm edebilmek de, rubâîde başarılı olmaktır. Hayli geniş bir tefekkürü, etraflı bir felsefeyi, zengin bir düşünüş heyecanını, çok kere duygunun da, coşkunluklarıyla birleştirerek, yalnız dört mısra içine sığdırıp söylemektir rubâî. Bu şiirlerde âdeta şuuraltımızdaki birikintilerin, elle tutulur şekilde şuura geçtiğini görürüz. Belki bize heyecan verişi de bundandır. Gerek İran edebiyatında, gerekse Türk edebiyatındaki rubâîlerde başlıca iki büyük tarz dikkati çekiyor: Birincisi, burada isimleri sayılamayacak kadar çok şairin yazdığı tasavvufî rubâiler, ikincisi ise Hayyâm’ınkiler ve ona benzeyenlerdir
       
Hayyâm’ın yaşadığı devir, dinin, tasavvufun ve müspet ilimlerin birbiriyle çarpıştığı bir zamandı.

Büyükse de isyanım, kötülüklerim,
Yüce Allah'dan umut kesmiş değilim;
Bugün sarhoş ve harap ölsem de yarın
Rahmete kavuşur elbet kemiklerim.

Bir elimizde Mushaf, bir elimizde kadeh
Kimi helāle yönelmedeyiz kimi harama,
Şu ham, şu olgunlaşmamış kubbenin altında
Ne mutlak kafiriz biz, ne tam Müslüman.

Hayyâm, bu hayatın hazzını tam manasıyla duyarak onu şuurlu bir şekilde seviyor, manasız dertler ve mahrumiyetler içinde geçirmeğe gönlü razı olmuyordu
Hayyâm’ın asıl değeri, bu sahada orijinal fikirlere sahip olmaktan ziyâde, bu fikirleri kendine mahsus, derin, zarif ve lirik bir şair duygusu hâline getirmiş bulunmasındandır. O, hayatı sever; tabiatı bütün renkleri ve hazlarıyla görür ve duyar. Dünya tarihinde pek çok büyük sanatkarı harekete getiren “Hayat sevgisi ve ölüm kaygısı” Ömer Hayyâm’ın da en esaslı ilham kaynağıdır. Bu bakımdan Hayyâm’ın fikirleri, devrin skolastik ve mistik düşünüşünden ayrılarak dünyanın realist anlayışıyla birleşmektedir.
O, kâinâtın yaratıcısına naz ve sitem eden bir şairdir. Onun nazarında dünya, hayat hep geçici şeylerdir. Fakat hepsi de hoştur. Eğer dünyada insan bütün güzelliklerden zevk alıyorsa bu kendi suçudur. Değerli filozof Ömer Hayyâm, Metafiziğe dair yazdığı “El-vücûd, El-Kevn ve’t-teklîf” adlı eserlerinde genellikle şu fikri ileri sürer: “Bir insan için, kendine en yakın ve en mühim incelenecek varlık insandır. Yani kendisidir” der. Bu görüş ve bunun etrafındaki düşünceler, Hayyâm’ın rubâîlerinde en çok sözü edilenlerdir. Hayyâm’ın rubâîlerinin bir kısmında da rindce söyleyişler az değildir.  


Dost, bana olmayacak şeylerin yolunu göstereli
Doğru düzen sözlerim dağıldı, gitti;
Bana  âfetler secde edeli öyle bir hâle geldim ki,
Artık mihrab senin, meyhane benim.


“Derler ki gider cahîme âşık, sarhoş; Bir söz ki bu, gönlüme gelir pek nâ-hoş. Sarhoş ile âşıksa cehennemlik eğer, Cennet avucumdur, ammâ içi bomboş. Ey hilkat u halkın evvel ü âhiri yâr, İster beni afvet, ister eyle âzâr;


Mihrâbda sensiz arzı tâatdansa
Meyhânede yeğ seninle olmak ber kâr

 “O kadar şarap içeyim ki bu şarap kokusu toprak altına girdiğim zaman topraktan intişar etsin. O kadar ki mahmur mezarımın başına gelince benden intişar eden, şarap kokusundan harap olacak kadar sarhoş ve berbat olsun.”

 “Eğer ben ölürsem beni şarap ile yıkayınız. Telkin verdiğimiz vakitte şaraptan, kadehten bahsediniz. Eğer mahşer günü arkamdan koşacak olursanız, meyhanenin toprağından beni arayıp sorunuz.”

Bunlar ve bunlara benzer rubâîlere bakarak kimi Hayyâm’ı zevk-perest ve ayyaş bir şair zannetmiş, kimi hiçbir şeyi itikat etmez bir nihilist olarak tanımış; kimi mülhid ve münkir, kimi de küstah rezil bir kalenderi olarak hükmetmiş; kimi de Avrupa filozoflarından bazılarına benzetmiş, mükemmel bir sofi olarak da telakki edilmiştir. Hayyâm, şöhretini rubailerine borçlu olsa da, ne yazık ki İranlılar ve batılı araştırmacılar onun değerini anlayamamış, ona isnat ettirilen rubailerle haksız imaj yaratılmıştır. Bunca yakıştırmaya rağmen Hayyâm’ın şu sözü onun düşüncesini gösterir:
“Ne adım için yolumu, nede yolum için adımı değiştirdim.”

Şiirlerinde geçen şarap bir sembol, kötümserliğe karşı mutluluk, hür insanların düşüncelerini saran bir huzur hissinin timsali sayılmalıdır. O şarap ekseriya-hatta tasavvuftaki mânâsında olmasa dahi- yine ruhu sarhoş eden, hayâlî bir şaraptır.

(alıntıdır)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder