Hayyâm ve Rubâi
Ömer Hayyâm, şairliğini sadece Doğu edebiyatında küçük
bir şiir olan rubâide göstermiştir. Bu şiir şekli Hayyâm’ın adıyla
özdeşleşmiştir. Rubâ ile, yalnız onunla şair olmak, şöhret kazanmak pek güçtür.
İran edebiyatında rubâîleriyle tanınan ve şöhretini İran’dan bütün dünyaya
yayan tek şair Hayyâm’dır.
Şiir sanatının tek bir nazım şekliyle şair olan Hayyam’ın rubâîlerini
değerlendirmeden önce rubâî nedir, nasıl bir tarzdır? Kısaca anlatalım:
Gerek
dış yapısı, gerekse iç örgüsü bakımından rubâînin kendine mahsus bir şekli
vardır. Bu, dört satırdan oluşan ve kendine has aruz kalıpları bulunan bir
şiirdir. Ahreb ve ahrem adı verilen on ikişerden toplam
yirmi dört kalıptan bir veya bir kaçıyla yazılan rubâînin birinci, ikinci ve
dördüncü satırları birbiriyle kafiyeli, üçüncü mısraı serbesttir. Ayrıca dört
mısraı birbiriyle kafiyeli olanlar da vardır. Bu tip rubâîlere İranlılar terâne adını
vermişlerdir. Rubâînin bir de iç yapısı vardır. O da, başlı başına bir bütün
ifâde eden, tek bir düşünce etrafında birleşmiş bir şekildir. Çok defa ince bir
düşünce, felsefe ve tasavvufa ait konular, bedbinliğin acılığını hissettirişi
rubâîye konu olur. Rubâî, kesin bir fikir bildirir, ama bu daha ziyade hisle
ilgili bir kesinliktir. Kısalığı nispetinde derin, derinliği nispetinde
benliğimizde kökleşecek kadar yoğun bir şiirdir. Rubâî, klasik şark
edebiyatında dikkate değer bir tefekkür manzumesidir. Büyük bir tefekkür konusunu
böyle bir söz kalıbı içinde ustalıkla terennüm edebilmek de, rubâîde başarılı
olmaktır. Hayli geniş bir tefekkürü, etraflı bir felsefeyi, zengin bir düşünüş
heyecanını, çok kere duygunun da, coşkunluklarıyla birleştirerek, yalnız dört
mısra içine sığdırıp söylemektir rubâî. Bu şiirlerde âdeta şuuraltımızdaki
birikintilerin, elle tutulur şekilde şuura geçtiğini görürüz. Belki bize
heyecan verişi de bundandır. Gerek İran edebiyatında, gerekse Türk
edebiyatındaki rubâîlerde başlıca iki büyük tarz dikkati çekiyor: Birincisi,
burada isimleri sayılamayacak kadar çok şairin yazdığı tasavvufî rubâiler,
ikincisi ise Hayyâm’ınkiler
ve ona benzeyenlerdir
Hayyâm’ın
yaşadığı devir, dinin, tasavvufun ve müspet ilimlerin birbiriyle çarpıştığı bir
zamandı.
Büyükse de isyanım,
kötülüklerim,
Yüce Allah'dan umut kesmiş değilim;
Bugün sarhoş ve harap ölsem de yarın
Rahmete kavuşur elbet kemiklerim.
Bir elimizde Mushaf,
bir elimizde kadeh
Kimi helāle yönelmedeyiz kimi harama,
Şu ham, şu
olgunlaşmamış kubbenin altında
Ne mutlak kafiriz biz,
ne tam Müslüman.
Hayyâm,
bu hayatın hazzını tam manasıyla duyarak onu şuurlu bir şekilde seviyor,
manasız dertler ve mahrumiyetler içinde geçirmeğe gönlü razı olmuyordu
Hayyâm’ın
asıl değeri, bu sahada orijinal fikirlere sahip olmaktan ziyâde, bu fikirleri
kendine mahsus, derin, zarif ve lirik bir şair duygusu hâline getirmiş
bulunmasındandır. O, hayatı sever; tabiatı bütün renkleri ve hazlarıyla görür
ve duyar. Dünya tarihinde pek çok büyük sanatkarı harekete getiren “Hayat sevgisi ve ölüm kaygısı” Ömer
Hayyâm’ın
da en esaslı ilham kaynağıdır. Bu bakımdan Hayyâm’ın fikirleri, devrin
skolastik ve mistik düşünüşünden ayrılarak dünyanın realist anlayışıyla
birleşmektedir.
O,
kâinâtın yaratıcısına naz ve sitem eden bir şairdir. Onun nazarında dünya,
hayat hep geçici şeylerdir. Fakat hepsi de hoştur. Eğer dünyada insan bütün
güzelliklerden zevk alıyorsa bu kendi suçudur. Değerli filozof Ömer Hayyâm,
Metafiziğe dair yazdığı “El-vücûd, El-Kevn
ve’t-teklîf” adlı eserlerinde genellikle şu fikri ileri sürer: “Bir insan için, kendine en yakın ve en
mühim incelenecek varlık insandır. Yani kendisidir” der. Bu görüş ve bunun
etrafındaki düşünceler, Hayyâm’ın
rubâîlerinde en çok sözü edilenlerdir. Hayyâm’ın rubâîlerinin bir kısmında da
rindce söyleyişler az değildir.
Dost, bana olmayacak şeylerin yolunu göstereli
Doğru düzen sözlerim dağıldı, gitti;
Bana âfetler secde edeli öyle bir
hâle geldim ki,
Artık mihrab senin, meyhane benim.
“Derler ki gider cahîme âşık, sarhoş; Bir söz ki bu, gönlüme gelir pek
nâ-hoş. Sarhoş ile âşıksa cehennemlik eğer, Cennet avucumdur, ammâ içi bomboş.
Ey hilkat u halkın evvel ü âhiri yâr, İster beni afvet, ister eyle âzâr;
Mihrâbda sensiz arzı tâatdansa
Meyhânede yeğ seninle olmak ber kâr
“O kadar şarap içeyim ki bu
şarap kokusu toprak altına girdiğim zaman topraktan intişar etsin. O kadar ki
mahmur mezarımın başına gelince benden intişar eden, şarap kokusundan harap
olacak kadar sarhoş ve berbat olsun.”
“Eğer ben ölürsem beni şarap ile
yıkayınız. Telkin verdiğimiz vakitte şaraptan, kadehten bahsediniz. Eğer mahşer
günü arkamdan koşacak olursanız, meyhanenin toprağından beni arayıp sorunuz.”
Bunlar
ve bunlara benzer rubâîlere bakarak kimi Hayyâm’ı zevk-perest ve ayyaş bir şair
zannetmiş, kimi hiçbir şeyi itikat etmez bir nihilist olarak tanımış; kimi
mülhid ve münkir, kimi de küstah rezil bir kalenderi olarak hükmetmiş; kimi de
Avrupa filozoflarından bazılarına benzetmiş, mükemmel bir sofi olarak da telakki
edilmiştir. Hayyâm,
şöhretini rubailerine borçlu olsa da, ne yazık ki İranlılar ve batılı
araştırmacılar onun değerini anlayamamış, ona isnat ettirilen rubailerle haksız
imaj yaratılmıştır. Bunca yakıştırmaya rağmen Hayyâm’ın şu sözü onun
düşüncesini gösterir:
“Ne adım için yolumu,
nede yolum için adımı değiştirdim.”
Şiirlerinde
geçen şarap bir sembol, kötümserliğe karşı mutluluk, hür insanların
düşüncelerini saran bir huzur hissinin timsali sayılmalıdır. O şarap
ekseriya-hatta tasavvuftaki mânâsında olmasa dahi- yine ruhu sarhoş eden,
hayâlî bir şaraptır.
(alıntıdır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder