Şems ile Mevlânâ'nın İlk Buluşmalarının Çeşitli
Yankıları
Mevlânâ'nın Şemseddin'le buluşması, ona, sanki
kaybettiği değerli bir mücevheri Şems'in manevî benliğinde, onun velilik
hazinesinde yeniden bulmasına fırsat sağlamıştır. O, Şems'in kudretli kişiliği
önünde öylesine mest ve coşkun bir hale gelmişti ki, bütün normal işlerini,
müftülük, müderrislik, vaizlik gibi meşgalelerini bir tarafa, iterek artık
Şems'in pervanesi olmuştu. Dış âlemle ilişkisini kesmiş, artık başka bir âleme
dalmıştı. Gözü kulağı Şems'in sohbet ve irşadında, hep onun işaretlerine dönük,
hep onunla göz göze diz dize idi.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu yüzden
dedikodular gittikçe artmış, iş artık açık bir düşmanlık haline dönüşmüştü. Bunu
en çok Mevlânâ'nın yakınları, talebesi, sohbet arkadaşları yapıyor,
hoşnutsuzluk ateşini körüklüyorlardı. Şemseddin, hakkındaki bu dedikoduları,
düşmanlık teranelerini anlamaz değildi. O da artık birkaç damla suyun bardağı
taşıracağını sezmiş ve bu düşmanlık çemberinden kendini kurtarmak için kararını
vermişti. Gecenin birinde Konya'dan ayrıldı; kayıplara karıştı. Nereye
gittiğini hiç kimse anlayamadı. 643 hicret yılının 21 Şevval perşembe gününe
rastlayan bu ayrılıştan sonra onun Şam'a gitmiş olduğu anlaşıldı. Bu ayrılık
süresi, aşağı yukarı 16 ay kadar uzadı. Şems'in Konya'dan ayrılması Mevlânâ'yı
eski hayatına döndürmek şöyle dursun, aksine, bağrının hasret ve firkat
ateşiyle yanmasına, sıhhatinin bozulmasına yol açtı. Kimseyle konuşmuyor,
meslislere gitmek istemiyor; hep gam, keder ve hicran içinde yine halvete
kapanıyordu. Neredeyse o ayrılık ateşi içinde son nefeslerini vermek üzereyken
Şam'dan gelen bir mektup imdada yetişti. Bu mektup Şemseddin'den idi.
Mevlânâ'nm gözlerinde bir ümit ve hayat güneşi parladı. Çünkü Şems'in Şam'da
olduğu anlaşılmış ve kayıp hazinenin yeri belli olmuştu. Şems'in mektubu şöyle
başlıyordu:
«Mevlânâ'ya malûm olsun ki, bu zaif hayır duası ile
meşguldür. Hiç bir yaratıkla ilgisi yoktur. Her birinin ahvali sohbet sırasında
anlaşıldıktan ve dostlar ayrı ayrı kendilerini gösterdikten sonra ancak pek
değerli, diri gönüllü bir dervişe rastladım. Öyle bir derviş ki, Mevlânâ eğer
onun iç yüzünü, gerçek tarafını bilselerdi şüphe yok ki ona sevgi nazarıyla
bakar, saygı göstermekten geri durmazlardı. On yıldan fazladır ki burada bu
duacınızın sohbetinde bulunmuş olan bu eski dost Şam'a tekrar gelişimde bana
yine dostluk ve aşinalık gösterdi.»
Şemseddin'in Şam'da uzun süre kalması Hz. Mevlana'yı
çok üzüyordu. Onun bu üzüntü ve ıstırabını gören dostları devamlı olarak
halvetten ayrılmayan, toplumla ilişkisini kesmiş ve sağlık durumu bozulmuş olan
Mevlana'yı tekrar eski hayatına ve neşesine kavuşturmak için çareler aradılar,
yaptıklarına pişman olduklarını söylediler, özür dilediler. Bunun üzerine
Mevlana, Şems'e çok içli ve özlü bir mektup yazdı. Ona şu anlamdaki gazeli de
ekledi:
Başlangıcı olmayan zamandan beri diri, yaratıcı,
kudretli, bütün varlıkları ayakta tutan ulu Allah'a ant içerim ki onun nuru,
yüzbinlerce sır açıklansın diye aşk ışıklarını parlattı. Onun eşi ve benzeri
olmayan hükmü ile cihan aşk ile âşıklarla, hâkim ve mahkûmlarla doldu. Şems-i
Tebrizî'nin tılsımlarıyle, büyüleriyle onun akla hayret veren hazinesi
gizlendi. Senin ayrıldığın günden beri ağzımın tadı bozuldu, mum gibi erimeye
başladım. Cemalinden uzak düşünce beden bir virane, can da o viranenin baykuşu
oldu. Aman ne olur, yine dizginleri bu tarafa çevir! Aşk filinin hortumunu yine
şahlandır; akşamım seninle aydın bir sabah gibi olsun Ey Şam'ın, Ermen ve Rum
ülkesinin kıvancı sevgili!
Mevlânâ bu mektubu yazdıktan sonra büyük oğlu Sultan
Veledi, yirmi nefer atlı, birkaç yük değerli hediye, altın ve gümüş
armağanlarla Şemseddin'i tekrar Konya'ya getirmek üzere Şam'a gönderdi.
Söylediklerine göre iki bin dinar altını Şems'in pabucu içerisine doldurarak
onu Konya tarafına çevirmesini de Sultan Veled'e tembih etti. «Benden selâm
götür, âşıkane secdeler et. Şam'a girer girmez Salihiye semtinde meşhur bir han
vardır oraya git ve mümkün ise şu gazeli de onun huzurunda irşad, et,» dedi.
Sultan Veled, babasının tavsiyesine uyarak yol
arkadaşları ve dostlarıyle birlikte Şam'a yollandı. Oraya varır varmaz,
babasının işaret ettiği hana gitti, Şems'in odası önünde edeple durdular.
Mevlânâ'hm mektubunu, armağanlarını teslim ettikten sonra bütün dostların
yaptıklarından pişman olduklarını ve kendisini hasretle, saygı ile Konya'da
beklediklerini anlattılar. «Umarız ki, bu dileklerimizi kabul buyurursunuz,»
diye çok yalvardılar. Şems, bu İsrarlar karşısında dayanamadı; Sultan Ve-led, kendi
binmiş olduğu rahvan atına Şems'i bindirdi, kendisi de neşe ve sevinç içinde
Şems'in önünde piyade olarak yola koyuldu. Uzun süren bir kara yolculuğundan
sonra Konya'ya yakın Zencirli hanına geldikleri zaman babasını müjdelemek için
şehre bir derviş gönderdi. Mevlânâ, dervişin müjdesini işitince bütün elbise ve
giysilerini çıkardı ve dervişe bağışladı. Konya halkına haberler salarak
Şems'in geldiğini, halktan emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden
onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını diledi. Kendisi de ata binerek bütün
Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems'i büyük bir sevgi ve saygı
hâlesi içinde şehre getirdi.
Şems, bir gün, bu yolculukta Sultan Veled'in
gösterdiği hizmet ve saygıdan dolayı çok duygulanmış, teşekkür etmiştir. Bu
ikinci gelişte, Mevlânâ'nın Şems'e karşı sevgi ve bağlılığı bir kat daha
artmış; ona eskisinden daha çok saygı göstermiştir. Yıllarca ayrı düştükten
sonra tekrar vuslata ermiş iki âşık gibi birbirleriyle öylesine kaynaşmışlardır
ki artık ayrılmaz bir hale gelmişlerdir. Nasıl ki Mesnevî'de bu buluşmayı şu
mısralarla anlatmaktadır:
Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi;
vuslatda ayrılık bağlarından kurtuldu, özgür oldu.
Ey canların etrafında döndüğü Hak ankası, dedi,
ok şükür ki o Kaf dağından tekrar geldin!
Ey aşkın, kıyamet meydanının İsrafili!
Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili!
Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek
arzusiyle aklım başımdan gitmişti.
Sence bilinen benim kalp sözlerimi,
hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin.
Şems'in rahat ve huzur içinde yaşayabilmesi için
evlâtlık gibi evde yetiştirilmiş olan Kimya adındaki genç ve güzel kızı da
Şems'e nikâh etti. Ama bu sefer müritlerle bazı kıskançlar tekrar harekete
geçtiler; dedikoduya, sövüp saymaya başladılar. Eflâkî'nin anlattığına göre bu
ikinci gelişte de tam altı ay yine Şems ile Mevlânâ medresedeki bir hücrede
halvete çekildiler. Güya ki insanlık gereği olan yemek içmek ve başkaca
ihtiyaçlardan uzak bir bir yaşantı sürüyorlardı. Yanlarına yalnız Kuyumcu Selâhaddin
ile Sultan Veled'den başka hiç kimse giremiyordu. Öte tarafta Şems'i
sevmeyenler, onu fırsat buldukça küçümsemekten, hakaretler savurmaktan geri
durmuyorlardı. Şems, bu saldırılara bir zaman katlandı, ses çıkarmadı ama artık
dayanılmaz bir hale gelince işi Sultan Veled'e anlattı ve gördüğü hakaretlerden
hayli yakınarak, «Artık bu halkın kötü davranışları yüzünden öyle bir yere
gideceğim ki, hiç kimse izimi tozumu bulamayacak,» dedi. Bu müddet içinde
ansızın oradan kayboldu, ertesi gün Medresesindeki hücresinde dostunu ziyarete
gelen Mevlânâ, odasını bomboş bulunca dayanamadı. Bahar bulutları gibi yaş
dökmeye başladı ve hemen Sultan Veled'in evine koştu. Yüksek sesle, «Kalk
Bahaeddin kalk! Ne uyuyorsun? Kalk da şeyhini aramaya çık! Çünkü canımız yine onun
güzel kokusundan yoksun kaldı,» diye feryada başladı. Bir müddet ondan, o
hakikat güneşinden bir haber beklediler. Ama hiç bir yerden ses çıkmadı.
Mevlânâ artık gece gündüz onun ayrılığını terennüm eden şiirler ve gazeller
söylüyor; öte yandan da onu yine Şam taraflarında aramak için yolculuk
hazırlıklarına girişiliyordu. Bazı dostları ve sevdikleriyle beraber Şam'a
kadar giderek orada aylarca Şems' ten bir iz ve haber almak için çırpındılar.
Ne yazık ki, hiç bir sonuç elde etmeden eli boş gönlü kırık Konya'ya döndüler.
Bu olay, 645 hicret yılı . içinde bir perşembe gününe rastlar. Sipehsâlâr
Menakibi yazarı Feridun Ahmed diyor ki: «Bu sefer sırasında Mevlânâ şu gazeli
inşad buyurmuştur:
Biz Şam'ın âşığı başı dönmüş sevdalısı ve Şam
delisiyiz. Şam sevgilisine can vermiş, gönül bağlamışız. Rum Ülkesinden Şam
tarafına, yârin yurdu olan Şam'a koşuyoruz; onun akşam karanlığı gibi siyah
kâküllerinden Şam'da tazeleniyoruz. Salihliye dağında bir mücevher madeni var
ki, onu aramak için Şam denizinde boğulmuşuz. Eğer Tebriz'in Hak güneşi
Şemseddin oradaysa Şam'ın kulu kölesiyiz; hem de ne mutlu bir kul ve köleyiz.
Şems'in ortadan kaybolması olayı hâlâ bir esrar
perdesi arkasında kalmıştır. Eflâkî'nin anlattığına göre güya Sultan Ve-led
şöyle demiştir: «Bir gece Şemseddin halvette Mevlânâ ile birlikte otururken bir
adam dışarıdan Şems'i çağırır. Şems, hemen yerinden fırlar ve Mevlânâ'ya, 'Beni
öldürmek istiyorlar,' der. Bir süre durduktan sonra, 'İyi bilin ki madde ve
mânâ âlemi Allahındır,' diyerek dışarı çıkar. Kapı dışında pusu kurmuş olan
yedi kişi bu fırsattan faydalanarak, hemen bir bıçak saplarlar. Şems o sırada
öyle bir nağra atar ki saldırganların hepsi kendinden geçmiş olarak yere
serilirler. Kendilerine geldikleri zaman da birkaç damla kandan başka hiç bir iz
ve eser göremezler.»
Yukarıdaki hikâye ile Mevlânâ'nın Şam'a giderek Şems'i
araması ve Sultan Veled'in Mesnevîleri'ndeki bilgiler arasında büyük bir
çelişki vardır. Eflâkî, eserini Mevlânâ'nın torunu Ulu Arif Çelebi zamanında
yazmıştır. O zamana kadar halkın hayal gücü ile yarattığı bu efsaneyi doğru
sanarak kitabına geçirmiştir. Ama olayın bir de mantık yönü vardır. Konya'da
göz önünde geçen bu acı dramın Mevlânâ'dan aylarca gizlenmesi; onun, Şems'in
peşinden diyar diyar dolaşması, Şam'da aylarca Şemsi araması, biri birini
tutmayan rivayetlerdendir.
Yine Efiâkî'nin anlattığına göre Şems'in kayıplara
karışmasından sonra Mevlânâ hiç bir yerde karar kılmazmış; hep Medresesinde
dönüp dolaşır, şu anlamdaki rubaiyi söylermiş:
Senin aşkından her tarafta bir gece uyanıklığı var;
gece oldu kâküllerin yine amber saçıyor. Gönlüm sükûnete kavuşsun diye ezel
nakkaşı her tarafa Tebrizi nakşını işliyor.
Şems'in Konya'dan ayrılışından sonra Mevlânâ'nın
yazdığı şiir ve gazellerde, onun öldürülmüş olduğuna dair hiç bir işaret
yoktur. Olaydan kırk gün sonra Mevlânâ başındaki beyaz sarığı atıyor; duman
renkli sarık sarıyor ve matem nişanesi olan Yemen hırkası, Hint ferecîsi
giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder