10 Şubat 2015 Salı

MANTIKU'T TAYR

MANTIKU'T TAYR

Feridüddin Attar kitabına bir dua ile başlamaktadır:
Ey Rabbim, beni yaratanım! Dünyaya geldim geleli senin sofrandan, senin ekmeğinden yiyip duruyorumBir kimse, birinin ekmeğinden yedi mi, ona hakkı geçer; ekmek sahibi de onun hakkına riayet eder Ben, cömertlik denizinin sahibi olan senin ekmeğini çok yedim, hakkımı gözet
Ey Alemlerin Rabbi! Acizim kanlara boğuldum, karada gemi yüzdürdüm Feryadımı duy elimden tut Daha ne kadar sinikler gibi ellerimi başıma götürüp bekleyeyim? Bilemedim, yanıldım, sen bağışla Şu kan ağlayan yüreğime bak, bütün bu musibetlerden sen kurtar beni

Ey derdime derman olan Allah'ım! Kafire küfür gerek, dindara din Attar'ın gönlüne ise derdinden bir zerre Şu kulağı halkalı kuluna bir zerre dert ver Eğer senin derdin olmazsa canım ölür gider

Varlıktan bir sermayem yok, gölge içinde kaybolmuş bir zerreyim Karanlıklar içinde kayboldum, bir nur yolla, kimsem yok benim, yardımcım sen ol.

Feridüddin Attar 'ın eserleri arasında en meşhuru "Mantık-ul Tayr" dır.Mantık-ul Tayr'da kuşlar ile ilgili bir hikâye kullanılarak, çeşitli semboller aracılığıyla tasavvufun temellerini, önemli prensiplerini ve tasavvufî yaşam ile inancı anlatılmaktadır.4724 beyitten oluşan bir mesnevidir. Kitap yedi bölümden oluşmaktadır bölümler sırasıyla: ”istek vadisi, aşk vadisi, marifet vadisi, istiğna vadisi, vahdet vadisi, hayret vadisi, yokluk(fena) vadisi” şeklindedir. Burada her vadi aslında tasavvuf yolunda ilerleyen birinin aşamalarını göstermektedir. Nefs-i emmara makamından nefs-i mütmain, nefs-i levama gibi makamlara işaret edildiğini anlayabiliriz. Çünkü fena makamına ulaşmak için çeşitli badirelerden ve safhalardan geçmek lazımdı.


İlk vadide (istek vadisi) nefsin kötü istekleriyle insanı kötüye yönelten, kötülüğü emreden bir halde olan nefis, tasavvufta nefs-i emare sıfatıyla adlandırılmaktadır. Yokluk(fena) vadisi ise bizim dünyalık isimle adlandıracağım son vadi, son makamdır. Bu makama nefs-i mutmain makamı de denilir. Bu makamda Allah’ın ” ey iyiliği emreden nefis ben senden razı sen benden razı gir cennetime” diye hitapla sardığı kullarının ulaştıkları makam/vadi/mertebedir. Çünkü bu makama ulaşan kişi kendisi değildir artık. Yunus’un tabiriyle ” beni bende deme, ben, bende değilem” sözü tam da bunu anlatmaktadır.
Hüthüt kuşunun diliyle anlatılan eser sîmurg’u bulmak için yola çıkan binlerce kuşun bu çeşitli vadilerde takıldığını anlatır. Yokluk vadisine ulaşanların ise sadece 30 kuştan ibaret kaldığını ve amacına ulaşan, maksadına nail olan, o 30 kuş anlar ki simurg aslında kendileridir. Çünkü artık ne yol kalmıştır ne de kaf dağı, ne de yolcu kalmıştır. ”yolculuk sırası içinde geçen zaman içinde fenâda kaybolup yeniden bekaya dönüp;yokluktan,varlığa ulaşmışlardı.
    
Burada kuşlar sembol olarak ele alınmıştır. Hakikate ulaşmak için yola koyulan kuşlardır, simurg ise hakikat olarak karşımıza çıkar. Gidilen yol ve erilen murat aşikardır.
            Kitaptan anlayabileceğimiz başka bir şey ise Sîmurg’un Farsça bir tabir olduğudur. Sî farsça da otuz, murg ise kuş demektir.
   
HİKAYENİN KONUSU

     Kuşlar bir araya toplanıp "Bu zamanda hiç bir ülke padişahsız değil bundan böyle bizim de padişahsız kalmamamız lâzım. Padişahsız ülkede nizam, intizam olmaz. Kendimize bir padişah seçelim" diyorlar. Bu sırada Hüthüt geliyor ve kendisinin Süleyman Peygamber'in mahremi ve onun postacısı olduğunu söyleyip "Sizin zaten bir padişahınız var ama haberiniz yok. O bize bizden yakın da biz ondan uzağız. Daima padişah odur. Adı Sîmurg'dur, binlerce nur ve zulmet perdeleri ardındadır. Gelin de onu arayıp bulalım" diyor..
            
Kuşların her biri bir çeşit özür getiriyorsa da Hüthüt, hepsine de birer birer kandırıcı, inandırıcı doğru cevaplar veriyor. Bunun üzerine hepsi birden Hüthüdü ken­dilerine kılavuz yapıp yola düşüyorlar. Yolda hepsi yorgun, bitkin bir hale geliyor. Gene birer birer itiraza kalkışıyorlar. Hüthüt bıkmadan, yorulmadan her itiraza cevap veriyor ve önlerinde ''istek, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve fakr u fena" adları verilen yedi vadi daha bulunduğunu, bunları aştılar mı artık  Sîmurg'a ulaşacaklarını söylüyor. Gene gayrete gelip yola düşüyorlar. Fakat kuşların kimisi yoldaki hicaplarda kalıyor, kimisi yem isteğiyle bir yere dalıyor, kimisi aç susuz can veriyor.Nihayet yüzlerce kuştan ancak otuz kuş, bu vadileri aşabiliyor. Bunlar, Sîmurg'u soruyorlar, tam bu sırada bir postacı gelip Sîmurg'u istediklerini anlayınca önlerine birer kâğıt parçası koyup okumalarını söylüyor. Okuyunca bütün yaptıklarının bu kâğıtlarda yazılı olduğunu görüp şaşıyorlar. Bu sırada Sîmurg da tecelli ediyor. Fakat tecelli edenin kendileri olduğunu ve kendilerinin Sîmurg'dan, yani mana bakımından otuz kuştan ibaret bulunduklarını görüp büsbütün hayretlere dalıyorlar. Sîmurg'dan ses geliyor: "Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz. Daha fazla, yahut daha eksik gelseydiniz o kadar görünürdünüz.. Burası bir aynadır!" Hâsılı bu makamda hepsi Sîmurg'da fanî oluyorlar, artık ne yol kalıyor, ne yolcu, ne de kılavuz.

Attâr, "Mantık-ul Tayr" ile temsilî bir surette "Vahdet-i Vücut-Varlık Birliği" inanışını anlatmaktadır. Kuşlar, sâlikler, hakikat yolunun yolcularıdır. Hüthüt de kılavuzları, yani mürşittir. Sîmurg, Tanrı'nın zuhur ve taayyünüdür ki bu zuhur ve taayyün, kendilerinden ibarettir ve gerçek birliğe ulaşan, halkın, Hakk'ın zuhuru, Hakkın da halkın bütünü olduğunu anlar.




Attâr, "Mantık-ul Tayr" da Hüthüt ağzından kuşların itirazlarına cevaplar verirken münasebet düşürerek hikâyeler söylemektedir. Bu hikâyelerin bir kısmı geçmiş erenlere ait menkıbelerdir ki bunların hemen hepsini "Tezkiret-ül Evliya" sında buluyoruz.
     Bir kısmıysa zamanında yaşayan, yahut çağdaşı olanlardan duyulan hikâyelerdir. Bunların arasında meczuplara ait olan ve Tanrı ile âdeta kavga eden serbest hikâyeler de var. Üç tanesi, hâlâ Bektaşilere ait birer fıkra, iki tanesi de alelade halk hikâyesi olarak söylenmektedir. Hikâyeleri, birkaç tanesi müstesna, umumiyetle kısadır. Hattâ bazan üç beş beyitte hikâye biter, ondan sonraki beyitler, Attâr'ın bu hikâye münasebetiyle yürüttüğü fikirlerdir.


KİTAPTA  NEY HAKKINDAKİ RİVAYET

.    Birçok güzel eserin yazarı olan ve Attar lakabıyla anılan Feridüddin, Mantıkü'l-tayr adlı eserinde neyin kökenini, Hz. Muhammed'in zamanına kadar götürür. Feridüddin'e göre bir gün müslümanların peygamberi olan Hz. Muhammed, damadı Hz. Ali'ye bir sır açıklamış. Bir kuyunun başındaki Hz. Ali, başını kuyunun içine eğerek Hz. Muhammed'in esrarlı sözlerini tekrarlamış.

Daha sonra, Allah, o kuyuda son derece uzun bir kamış yaratmış. Oradan geçmekte olan bir çoban da bu kamışın ucunu keserek kendine bir kaval (ney) yapmış. Bu çobanla günün birinde karşılaşan Hz. Muhammed, Hz. Ali'ye açıklamış olduğu sırların çobanın kamışından çıktığını duymuş. Hz. Ali, yaratılan mûcizeyi görünce de Peygamber'e olan sevgi ve bağlılığına şükretmiş. O zamandan beri müslümanlar kamışlara büyük îtibar gösterirler. Belki de neylerin, hâlâ Hz. Muhammed'in kutsal sözlerini tekrarladığı sanıyorlardır. Bunun içindir ki ney, öncelikle dinsel, mistik ve ahlâkî bir nitelik taşır.

Eserde Gazali’nin XII. yüzyılda yazdığı Risalet-üt Tayr adlı eserden yararlanılmıştır. Türk edebiyatında önemli yeri ve etkisi olan mesneviyi Gülşehrî manzum olarak 717'de (1317) Türkçe'ye çevirmiştir. Mantıku't-tayr veya Gülşennâme adını taşıyan eserin hatime bölümünde Gülşehrî, Mantıku't-tayfı esas almakla birlikte başka bir eser meydana getirdiğini ve eserinin telif sayıldığını söylemektedir.

Türk edebiyatında Attâr'ın Mantıkul Tayr’ı örnek alınarak yazılan eserler de vardır:Ali Şîr Nevâî'nin ,Lisânü't-tayr'ı; Derviş Şemseddin'in ,Deh Mürg'u bunlar arasındadır. Mantık-ul Tayr'ı Avrupa'ya ilk tanıtan kişi Hammer'dir.


(alıntıdır)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder